Soner Yalçın’ın İstiklal Marşımız Hakkındaki Yazısı Üzerine… Dr. Ayhan Sarı


Toplam Okunma: 11778 | En Son Okunma: 21.11.2024 - 08:32
Kategori: Anma Yazıları, Basından, Cevabi Yazılar, Cumhuriyetimiz-Müzik, Yazarlarımız: A.Sarı

Yine ilköğretim okulları açıldı. Yine İstiklal Marşımız’ın öğrencilere söyletme zorluğu altında kıvranıp duran müzik öğretmenlerinin feryatları başladı. Nasıl feryat etmesinler ki? Öğrenciler vurgusuz zamanda başlayan ve hep vurgusuz zamanda devam eden bir ezgide öğretmenin elleri hayaya kalkarken girmeleri gerektiğini nasıl anlasınlar? Tersini yapsanız,  olmasına oluyor da bu arada bazı bilgiçler “kalkı”yı yani “auftakt(Alm.)” ı “el işaretinizle vermediniz” diye öğretmene çıkışıyor.  

İcra sırasında belirgin olarak duyulan “-cak o be”, -nim mil”, “-lal sana” heceleri hep bu eksik ölçü ile başlamaktan kaynaklanıyor. Her müzik uğraşanı da biliyor zaten. Buna “prozodi uyumsuzluğu” diyoruz ama bu aşamada kimsenin prozodi kelimesiyle uğraşacak algılama zamanı yok. Zaten de hiç olmadı.

En uygun tonunun mi minör olduğu zaten uygulanıyor. Bestecisi sol minör’de bestelemiş. Kimi müzik adamımız da Fa minörü denemiş(S.Egüz).

Heterofonik çoksesliliğe bir örnek vermemiz gerektiğinde en belirgin örneğin, kutsal kabul ettiğimiz İstiklal Marşımız şeklinde verilmesi bile durumun açılımını önümüze seriyor.(Ayrıntılı bilgi için bkz: Seyfi Zeybek”İstiklal Marşı”, Basılmamış Mezuniyet Tezi, D.E.Ü. Buca Eğt.Fak.Müzik Böl.1984,İzmir)

Ama müzikle ilgisi olmayan, başlıkta adını verdiğimiz tanınmış gazeteci-yazarımızın konuyu, doğru olmayan bir manşetle yazısında dile getirmesi, sanki o zamanlar plak doldurulurken bile hiç müzik adamı yokmuş, varolanlar da anlamıyormuş gibi “sadece plak dolsun diye yavaş okunmasını” (Zeki Üngör’ün bir boşluk anında uyguladığını düşündüğümüz  plak kaydına ve sözlerine dayandırarak günümüzde yaşanan seslendirim problemlerine ana sebeb olarak göstermesi), üstelik yazısının da Hürriyet gibi büyük bir gazetede yayınlanması, müzik adamları olarak bizlerin içinde bulunduğu rehaveti ve aynı zamanda büyük basının Türk müzik araştırmacılarına verdiği ehemniyeti gösteriyor.

Yazı, bizlere “müzik adamı olmayan birinin yazdığı yazının manşeti bu kadar olur” dedirtiyor.

Aktarıyoruz:

“Hatalı plak kaydı yüzünden İstiklal Marşı’nı yıllardır yanlış söylüyoruz”

Soner YALÇIN

Türkiye tarihinin sözleri herkes tarafından büyük coşkuyla okunan, ama bestesi hep eleştirilen başka bir eseri yok… Besteci Osman Zeki Üngör’e göre tartışmalar, İstiklal Marşı’nın ilk plak kaydını yapan Sahibinin Sesi adlı müzik şirketinin yanlış kaydından kaynaklanıyor. Nasıl mı?..

TARİH: 10 Eylül 1922. İstanbul, Şişli’de Uğurlu Apartmanı’nın 4 numaralı dairesinin kapısı hızlı hızlı vuruldu. Kapıyı yumruklayan ilkokul öğretmeni İhsan Bey, telaşlıydı.

Ev sahibi; Mızıka-i Hümayun şefi-öğretmeni Osman Zeki (Üngör) Bey ile, misafiri Talim Terbiye Heyeti Üyesi Haydar Bey merakla kapıya koştular.

İhsan Bey müjdeyi kapıda verdi: “Türk süvarileri İzmir’e girmiş.”

Üçü de gözyaşlarına hákim olamadı…

Osman Zeki Bey coşkuyla salondaki piyanosunun başına geçti. Sevinçten elleri titriyordu. Tuşlara dokunmaya başladı…

İki arkadaşı, piyanodan yükselen melodiyi şaşkınlıkla dinliyordu…

Yeni bir marş doğuyordu…

Osman Zeki Bey, Şişli’deki evinde iki gün daha çalıştı; bestesini bitirdi. Hemen arkadaşlarına koştu. Hepsi çok beğendi. Mesleki “onayı” almak için, bestesini Viyana Konservatuvarı’na gönderdi.

10 gün sonra yanıt geldi; eser orijinaldi…

Osman Zeki Bey notalarını çantasına koyup Ankara’nın yolunu tuttu…

ATATÜRK’ÜN DAVETİ

2 Ekim 1922. Ankara.

Büyük Kurtarıcı Mustafa Kemal’in İzmir’den dönüşü görkemli bir törenle kutlanıyor.

Osman Zeki Bey, o gece yarısı Ankara Palas’ta, Mustafa Kemal’in huzurunda çaldı.

Mustafa Kemal marşı çok beğendi. Osman Zeki Bey’i ekibiyle birlikte Ankara’ya davet etti.

Osman Zeki Bey, “Memnuniyetle Paşam!” dedi, ama içine de bir korku düştü. Sultan Vahideddin hálá padişahtı ve İstanbul’daydı. Ya arkadaşları korkup gelmezse? İstanbul’a gitti; Ankara davetini orkestra arkadaşlarına çekinerek söyledi. Korktuğu gibi olmadı; hepsi kabul etti…

Milli marş Ankara’da artık orkestra eşliğinde çalınıyordu. Ama bu sadece Ankara çevresiyle kısıtlıydı! Çünkü, ortada bir karışıklık vardı.

Her bölgenin milli marşı söyleyiş biçimi değişikti!.. Bu karışıklığın sebebi, savaş koşullarından kaynaklanıyordu.

FARKLI BESTELER VARDI

“İstiklal Marşı” Meclis tarafından 12 Mart 1921’de kabul edildi. Sıra marşın bestelenmesine gelmişti. Yarışmaya 24 besteci davet edildi. 24 besteci, Mehmet Akif’in şiirini farklı farklı besteledi. Söz jürideydi.

Ancak savaşın her geçen gün kızışması üzerine yarışma sonuçlandırılamadı.

Ve bir karmaşa doğdu.

Örneğin; 24 besteciden biri olan Ahmet Yekda Bey, bestesini Trakya bölgesine söyletmeye başladı!

Bir diğer yarışmacı İsmail Zühdü Bey ise bestesini Ege bölgesine yaydı.

İstanbul çevresi ise Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in bestesine göre söylüyordu milli marşı…

Bu karışıklık üç yıl sürdü.

Yıl 1924.

Ankara’da, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir kurul oluşturuldu. Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in bestesi beğenildi. Beste pek marşa benzemiyordu; Türk müziği etkisindeydi; acemaşiran makamındaydı!

Neden Ali Rıfat Bey’in bestesi seçilmişti?

Ali Rıfat Bey, Mısırlı Abbas Halim Paşa’nın kız kardeşi Prenses Zehra Hanım’la evliydi. Mısırlı Abbas Halim Paşa, Mehmet Akif’in yakın dostu ve hamisiydi; bir etki söz konusu muydu?

Öyle ya; Mehmet Akif’in yazdığı “Köse İmam” adlı şiiri de Ali Rıfat Bey bir perdelik operet yapmıştı. İyi ilişkileri vardı yani.

Neyse konumuz bu değil…

Alaturka tarzda icra edilen Ali Rıfat Bey’in bestesi, 1924’ten 1930 yılına kadar çalınıp söylendi.

1930 yılında milli marşın bestesi değiştirildi. Alaturka üslubun yerini modern Batı müziği aldı. O yıllarda Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefliğini yürüten Osman Zeki Üngör’ün, yıllar önce Şişli’deki evinde bestelediği marş kabul edildi.

Türkiye’de, 1930 yılından günümüze; 77 yıldır Osman Zeki Üngör’ün bu bestesi söylenmektedir.

Ama 77 yıldır da bir tartışma sürüp gitmektedir…

HATA PLAK ŞİRKETİNDE!

“Marş cenaze marşı gibi, temposu çok ağır.”

Besteye yapılan eleştirilerin odağında buna benzer cümleler vardı.

Osman Zeki Üngör de bu eleştirilere katılıyordu. Ama haklı bir gerekçesi vardı.

Şöyle ki:

Sahibinin Sesi, İstanbul’da ünlü bir müzik şirketinin adıydı.

Şirketin üç ortağından Kayseri kökenli Vahram Gesaryan, İstiklal Marşı’nı plağa kaydetmek istedi. Bu nedenle besteci Üngör’le bir anlaşma imzaladı.

İngiltere’den getirilen ses teknisyenlerinin kontrolünde, besteci Üngör orkestra eşliğinde milli marşı stüdyoda icra etti.

Fakat aksilik oldu; marş plağın aynı yüzünün yarısını doldurabildi. Şirket yöneticileri devreye girdi; plağın dolması için bir marş daha çalınmasını istediler.

Besteci Üngör yanaşmadı.

Ortam gerilince bir teklifte bulundu:

“Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter!”

Besteci Üngör kendi edip kendi bulmuştu; marş çalınırken, gramofonun hızıyla ayarlama yapılacağını kim düşünebilirdi ki?

Doğal olarak, milli marş plağa okunan bu ağır temposuyla Türkiye’ye yayıldı.

Radyolar bile aynı yavaşlıkta çalmaya başladı. Besteci Üngör sağa sola koştu, derdini anlatmaya çalıştı:

“Ben, Şişli’deki dairemde besteyi yaparken gözümüzün önünde İzmir’e dörtnala giden süvariler vardı; ama bu marş çok yavaş çaldırılıyor, yanlıştır, yazıktır, yapmayın!”

Ama iş işten geçmişti. Orkestralar bile artık plaktaki tempoyla çalıyordu…

İşin garibi, Osman Zeki Bey sadece plak şirketini kabahatli bulmadı. İsim vermeden sitem ettiği bir kişi daha vardı; İstiklal Marşı’nı orkestraya uyarlayan Ermeni besteci Edgar Manas!..

(Musiki Dergisi’nin Zeki Üngör’den alıntıları ve ekleri: “Plak dolmadığı bana söylenince, ayrı bir marş koyma önerisini kabul etmedim. Ama daha ağır tempoda çalınabileceğini ve gramofonda hız ayarıyla asıl temposuna getirilebileceğini söyledim…Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Cünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icab ettiğini kim bilebilirdi ki? ‘E.R.Üngör-Türk Marşları, sf.73-74′

Ayrıca bir önemli olayı daha belirtmek istiyoruz: Türk Heyetini Amerika’da karşılayan bandonun marş sözcüğünün anlamına uyarak marşımızı yürük tempoda çalması Türk ilgililerinin hoşuna gitmesi ve heyetin Türkiye’ye dönüşünde marşın yürük tempoda çalınması ve iki dörtlüğünün söylenmesini istemeleri sonucunda bugünkü tempoya-1960′lar-ulaşılmıştır…Dr. Ayhan Sarı)

Üngör, 1958’de öldü ama tartışma hálá sürüyor. Tartışmalara inat İstiklal Marşı; ulusal direnişin ve bağımsızlık ülküsünün simgesi olmayı bugün de sürdürüyor.

Utangaç bir Şairin öyküsü Mehmet Akif Ersoy

Türk Ordusu’na ithaf ettiği İstiklal Marşı’nı Taceddin Dergáhı’ndaki odasına kapanarak 10 günde yazdı. 724 başvuru arasında birinci oldu. Millet Meclisi kendisini ayakta alkışlayınca, utanıp genel kurul salonundan çıktı. Sırtında giyecek paltosu bile yokken para ödülünü kabul etmedi. Milli şairin yaşam hikáyesinden farklı satırbaşları…

1873’te İstanbul Fatih’te doğdu. İlk adı Rakıf idi.

Babası Tahir Efendi, Fatih Medresesi’nde hocaydı. Ama oğlunu medreseye değil mahalle mektebine verdi.

Mehmet Akif’in din hocası, Bezmenler’in büyük dayısı Selanikli Esad Efendi’ydi.

Annesi Buharalı Şerife Hanım, Gümüşhanevi Dergáhı Şeyhi Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin müridiydi.

Mülkiye’yi bırakıp Baytar Mektebi’ne geçti; okulu birincilikle bitirdi.

Güreş yapmayı seviyordu; hem de kıspet giyip yağlanarak.

Gençlik yıllarında dostu Neyzen Tevfik’ti. O yıllarda çok içki içiyordu.

1898’de İsmet Hanım’la evlendi. Altı çocuğu oldu: Cemile, Feride, Suat, Naim, Emin, Tahir.

II. Abdülhamid’e muhalifti. İttihatçıydı.

Victor Hugo, Zola, Lamartine gibi klasikleri elinden düşürmüyordu. Fuzuli, İbn-i Farız ve Sadi Şirazi’yi çok beğeniyordu.

Tevfik Fikret’i sevmezdi. Şiirlerinde karşılıklı atışırlardı.

Hiç aşk manzumesi yazmadı.

I. Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Arabistan çöllerinde ve Lübnan’da görev yaptı.

Berlin’e gönderildi. Görevi; Fransız ordusundaki Müslüman askerlerin bulunduğu bölgelere uçaklarla atılacak Arapça bildirilerin hazırlanmasına yardımcı olmaktı.

Almanları öven şiirler yazdı: Değil mi ki Almansın/o halde fikr ile vicdana sahip insansın!

Finansörlüğünü Mısırlı Abbas Halim Paşa’nın yaptığı “Sebilü’r Reşad”ı çıkardı. Batılılaşmaya karşı çıkmayan ama geleneği de yok saymayan bir İslamcılığı savunuyordu.

Mehmet Akif’in masonlarla bir ilgisi yoktu. Ama hamisi Mısırlı Abbas Halim’in babası Prens Muhammed Abdulhalim, Osmanlı’ya masonluğu getiren kişiydi. Ayrıca fikri önderi/ideoloğu Cemaleddin Afgani de masondu.

Şeyhülislam’ın ulusal kurtuluş savaşına katılanlar hakkında ölüm fetvası çıkardığını öğrenince dayanışma için hemen Ankara’ya gitti.

Anadolu’yu dolaşıp ulusal mücadeleye destek istedi. Kastamonu Nasrullah Camii’nde yaptığı konuşmayı, Adnan Menderes’in eniştesi Nihad Paşa çoğaltıp elden ele dağıttırdı.

Birinci Meclis’te Burdur milletvekili olarak görev yaptı.

Mısır’a gitti.

Başta Ruşen Eşref, Aka Gündüz olmak üzere çok kişi Mehmet Akif’i cezalandırmak için İstiklal Marşı’nın değiştirilmesini teklif ettiler. Atatürk bu önerileri hep reddetti.

Yurda döndüğünde hastaydı; sirozdu.

Aynı yıl 27 Aralık’ta, Abbas Halim Paşa’nın sahibi olduğu Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda öldü. Saat 19.45 idi.

Vasiyeti gereği Babanzade Ahmet Naim Efendi’nin Edirnekapı Mezarlığı’ndaki mezarının yanına defneldi.

Prof. Hilmi Ziya Ülken’e göre, Mehmet Akif “Müslüman sosyalistti”.

Mehmet Akif’in kızı Feride’nin torunu Aydemir Güler, Türkiye Komünist Partisi’nin genel başkanlığını yürütüyor…

Türkiye’deki her siyasal çevrenin kendince tanımladığı bir “Mehmet Akif portresi” var. Ama herkesin hemfikir olduğu gerçeği, şair Şükûfe Nihal özetliyor:

“Akif dönmedi. Paraya-mevkiye yaltaklanmadı. Vicdanına hıyanet etmedi. Gururunu çiğnemedi, insan kaldı.”

NEDEN MISIR’A GiTTi

Hep yazıyorum, ezberimizi bozmalıyız.

Mısır’a gitmesine “şapka devrimine karşı çıktığı” gerekçe gösteriliyor.

Bu pek doğru değil. Şöyle ki:

1) Aslında milli mücadeleden önce Mısır’a gitme düşüncesi vardı. Ulusal güçlere destek için Ankara’ya gidince programını değiştirmişti. Ekim 1923’te hamisi Abbas Halim Paşa’yla Mısır’a gitti. 7 ay kaldı.

2) 1924’te Mısır’dan döndü! İkinci gidişi aynı yılın sonu oldu. 5 ay kaldı. 1925 Mayıs’ında döndü.

3) Ve üçüncü gidişi 1925 Eylül’ünde oldu. En uzun süre, bu gidişiyle oldu. Şapka devrimi aynı yılın ağustos ayında olduğundan, şapkaya muhalif olduğu için gittiği söylentisi çıkarıldı!

Aslında ne fesi sevdi, ne de şapkayı ve sarık giymedi hayatı boyunca. Düşünsenize saltanat lağvediliyor; Cumhuriyet ilan ediliyor; halifelik kaldırılıyor Mehmet Akif sesini çıkarmıyor; şapka devrimi oluyor, ülkeyi terk ediyor!

O, ülkeyi terk ediyor; hayatı boyunca birlikte olduğu Abbas Halim Paşa, Türk vatandaşı olabilmek için CHP’ye 900 bin lira bağışta bulunuyor!

O, ülkeyi terk ediyor; ama din reformunun en önemli adımı Kuran-ı Kerim’in tercümesi görevini kabul ediyor!

Mısır’da din bilgisi öğretmenliği yapmıyor; Türkoloji kürsüsü başkanlığı yapıyor.

Osmanlı’ya Batı yaşam kültürünü getiren ailelerin başında, Abbas Halim Paşa’nın mensubu olduğu “Mısırlılar” var. Bütün kadınlarının başları açıktı, bütün erkekleri Avrupalı gibi giyiniyordu.

Mehmet Akif’i onlardan ayrı düşünmek yanıltıcı olur. İşin özü Cumhuriyet devrimlerine karşı çıkan gruplar yıllarca Mehmet Akif’i kendilerinden gösterdiler. Mehmet Akif softaların elinden kurtarılmalıdır.

Hamisi Abbas Halim Paşa 1935’te vefat edince; hamisinin kızı Emine Abbas’ın isteğiyle Lübnan’a gidiyor. 16 Haziran 1936’da Türkiye’ye dönüyor.

Özetle; Mısır’a gidişi ve dönüşüyle Abbas Halim Paşa arasında direkt bir ilişki vardı.

Kaynak:

http://arama.hurriyet.com.tr/default.aspx?keyword=atat%fcrk%20bestesi




Hoşgeldiniz