Kültür ve Turizm Bakanlıkları Ayrıştırılmalı mı?… Dr. Ayhan Sarı


Toplam Okunma: 10062 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 20:47
Kategori: Fikir Yazıları, Kültürel Öneriler, Yazarlarımız: A.Sarı

Kültür ve turizmin milli ve maddi eşgüdümünü sağlamada yaşanan sıkıntılar, aslında oluşturulmak istenen toplumsal görüntümüzün yansıması izlenimini uyandırıyor.
Diyebiliriz ki “Biri yer, biri bakar, kıyamet bundan kopar” atasözünü yakın atalarımız büyük olasılıkla! şu anda mevcudiyetini sürdüren ilgili Bakanlığımız için söylemediler.
Gelecekte parasal açıdan turizmin daha ağır geleceğini hesap etmeseler bile kendi içlerindeki kültürel aidiyet duyguları, toplumsal yaşamımızın yönlendirilmesi açısından terazinin hangi kefesine oturtulmalıydı ki eşitlik sağlanabilsin? Devlet eliyle zengin yaratma politikası diğer alanlarda olduğu gibi turizmde de geçerli olabilirdi belki. Ama ya kültür?

Onlar uygulamalarında yanılmış olabilir miydiler? Ya da yakın gelecekte birinin manevi, ötekinin maddi değer olacağını hesaplamış mıydılar?

Hesaplıyamadıklarını bugün çatısı çökmüş birçok tarihsel maddi kalıtlarımızın durumunda çok açık olarak görebiliyoruz. Çoğunun bırakın restore çalışmalarını, koruyacak bekçileri bile atanamıyor.

Kültür mü? Turizm mi?
Her iki dal da sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Ama tek bir farkla…
Birisi manevi değerlerimizi karşılıksız korurken veya korumaya çalışırken, diğerinin yaklaşımı maddi geliri ön planda tutan bir mantığa dayanıyor…

Konuyu görevimiz açısından daha da reelleştirelim:
Şu anki topraklarımızda bizden önce yaşamış uygarlıkların tarihsel kalıtları, çalınmış halleriyle başka ülkelerde turizm amacıyla kullanılıyor. Tıpkı şu anda Bergama’da olması gerekirken Almanya’ya kaçırılmış bulunan Zeus Tapınağı, Troya, Karun hazineleri vb. örneğinde olduğu gibi. Bunu bize, gelişmiş diyerek örnek aldırılan ülkeler yapmış veya şimdi gizli yapıyor. Kendi kültürünün asıl ögesi olmayan ve değişik uğraşılarla elde ettikleri bir takım tarihsel kalıtları müzelerinde koruyorlar.

Bu tür uygulamalar, insanlık geçmişinin tarihine büyük önem veren ülkelerin insanları tarafından yapılıyor ve bu insanların hiçbiri de “bu kalıtlar bizim ülkemizde ne arıyor” diye sormuyor. Onlar sadece kaba bir yaklaşımla objeye bakıyorlar ve o objenin yanında yetişmiş bir otun, ağacın, gökyüzünün nasıl olduğunu veya olabileceği sorusunun imgelemlerinde cevaplanamamış olmasının ezikliğini yaşıyorlar için için.

Mevlana’nın Mesnevi’sini yeni yeni öğreniyorlar…
Kamışın yurdundan kopartılıp inim inim inlemesinin semavi ezgilerini hissedemiyor, duyamıyorlar.

Biz zamanında üç kıtaya hükmetmiş bir İmparatorluk olarak bizimle ilgisi olmayan tarihsel değerleri topraklarından kopartacak kadar acımasız olmadık. Dolayısıyla, kopartanlara söz söyleme hakkımızı da hiçbir zaman zayi etmedik.

Sözün burasında iğne-çuvaldız misali başka bir soru akla geliyor:
Yurdumuza gelen turistlere bizlerin Türk olarak yıllardır ziyaret ettirdiğimiz klasik tur güzergahı(Efes, Pamukkale, Ürgüp-Peri Bacaları… vs) kültürel kalıtların ne kadarı Türk kültürünün ürünlerini oluşturmaktadır?
Bu, tur, güzergah ve noktalarını insanlık tarihine-evrenselliğe duyduğumuz saygı sonucu korumaktan tabii ki onur duyuyoruz.

Peki diğer ülkeler kendi kültürlerinin asıl ögesi olmayan değerlere nasıl yaklaşıyorlar?

Birçok ülkenin, hatta bazı komşularımızın yakın tarihi geçmişinde birkaç yıl değil, yüzyıllarca egemenliği altında kaldığı diğer ülke imparatorluğunun kültürel kalıtlarına hiç de iyi bakmadığı anlayış ve uygulamasına tanık olunmaktadır.

Acaba biz oradaki kalıtlarımıza bakabildik mi? Sorusunu bir yana koyarsak, sözünü ettiğimiz ülkelerde yakın tarihleri içinde kendilerine gerek etnik gerekse idari egemenlik kurmuş intiba’ı veren dışsal ögelere üvey evlat muamelesi yapıldığı görülürken uzak tarih içindeki ögeler daha bir özenle koruma altına alınmaktadır.

Konumuzun can damarı, kültürümüz açısından bu soruda yatmakta olup bu yazıdaki amaçlarımızdan biri de “kültürümüz mü, turizm mi?” şeklinde yıllarca ihmal ettirilen bir olguyu gündeme getirmektedir.

Asıl gündem maddemiz, kültür ile turizm değerleri ideal sınırlarının değişen hükümetlerin oyuncağına dönüşen yap-boz uygulamalarına fırsat vermeyecek somut bir biçimde belirlenmesi olmalıdır.

Türkiye toplumu, geleceğin ön görüsü en fazla beş yıla programlanmış, ötesi savsaklanmış politikalarla yönetilmeyi hak etmemektedir.

Milli kültürümüzün –tabii ki- evrensel öneme sahip değerlerimizin çoğu atıl, yıkık bir şekilde sahiplerinin restore ettirmesi zorunluluğunun çözümsüzlüğünde yok olup dururken, diğer uzak tarihin kalıntılarını oluşturan turizm değerlerimiz yıllarca yabancı arkeologların yöneticiliğinde kazılmış, kazılıyor.

Bizim kazma yeteneğimiz burada sorgulanabilir mi acaba?…

Üstüne üstlük yakın tarihimizin değerlerinin restorasyonuna bir türlü para bulunamıyor. Bu değerleri, üstüne sadece “sit damgası” vurmak yoluyla Kültür Bakanlığı ortaya çıkarırken, hasbelkader restore ettirilmiş olanlarını turistlere ziyaret ettirenler ve dolayısıyla para kazananlar-kredi pastasından nemalananlar yine turizmciler oluyor.

Kültürel maddi değerlerimizin ayağa kaldırılması konusunda temel ideal ölçütlerinin söylemde başka, uygulamada başka olduğu gözlenmekte, her alanda olduğu gibi bir serbest borsa salınımı burada da kendini göstermektedir.

Bu durum kültürel samimiyetsizlik değildir de nedir?

Konunun bir de Asya’daki köklerimizden bugüne yansımalarını güncel hayatımıza adapte edemememiz gibi dillendiremediğimiz bir yönü var . Bir kopukluk nedense sürekli gündemde tutuluyor. Sanki bu kopukluk neticesinde bizimle alakası olmayan bir yerlere kültürel entegrasyon sağlanmak ve bu uygulamanın geleceğinde de bir yerlere bağlanma zorunluluğundaymışız gibi bir izlenim doğuyor.

İdeal ölçütlere farklı anlamlar yükleyerek oluşturulan “Hepimiz Dünya insanıyız” kandırmacasının maalesef bize pek faydasının dokunmadığını görüyoruz.

Bu konuda hakkımız olan öncelik sıramızı gerek maddi gerek manevi korumamız gerekiyor.

Turizm ile kültür farklı değerleri ifade etmesine karşın, ikisinin birlikteliğinde kültürün zayıf kalışı kültüre bakış açımızı zaten açık bir şekilde ortaya koyuyor. Tüm dünya ülkelerinde entelektüel kesimin azınlıkta oluşu, kültürel değerlere oy oranına göre değer verilmesini tabii ki gerektirmemektedir. Ama bunu algılayacak entelektüel bilinç seviyesinde seçilmişlere ihtiyacımız var. Bu seçim koşullarında bunun mümkün olmadığı da görülüyor. Dolayısıyla bilgi ve kültürel gelecek açısından toplumun önünde gidenlerin her zaman azınlıkta olacağı ve hiçbir zaman seçilemiyeceği gerçeğinin, kültürel kaygı duyanları umutsuzluğa ve yılgınlığa sürüklemesi kaçınılmaz bir hal alıyor.

Turizm yatırımcılarımız mı aç, kültürel yatırımcılarımız mı? Daha doğrusu bu işlerle ilgilenen insan kaynaklarımızın hangisi?

Biri verdiği hizmetin parasal karşılığını alırken diğeri yılların ihmalkarlığı-ödeneksizliği sonucu bir türlü doymuyor.

Asıl kültürel varlıklarımız bir bir toprak oluyor.

Zaten bütün sorun da buradan çıkıyor.

Kültür ile turizm arasındaki değer dengemiz, dış görünüşü ile iç görünüşü arasındaki oranı bir türlü kuramıyan varoş kentlilerine benziyor.

Kültür ile turizmi bakanlık olarak birbirinden ayırmaktan öte kendi içlerinde kültür dengesini oluşturacak çalışmaların somut çözümlerini uygulamaya koymak gerekiyor.

“Turizmcinin kazanması, kültürün bakması” kültür açısından için için boşvermişlik hissinin uyanmasına neden olsa da bu bakanlıklarımızın ayrılmasından ziyade faaliyet sınırlarının ve parasal dengenin belirlenmesi daha iyi olacak gibi görünüyor.

Para ne kadar çok olursa olsun yetmeyeceği biliniyor. Peki reel gelir boyutunda yatırım oranlarımız hangisine ne ölçüde olmalı?

Bu soruya birçok yabancı ülkenin istatistik bilgisiyle cevap vermek mümkün görünmekle birlikte bu sorunun yanıtını kendi yorganımıza göre verdiğimiz oranda aidiyet duygularımız gelişecek, belki de türban, tek sorunumuz olmaktan çıkacaktır.




Hoşgeldiniz