Tahran 1. Safiyuddin Urmevi Kongresi Günlükleri… Fikret Karakaya


Toplam Okunma: 5674 | En Son Okunma: 22.11.2024 - 03:44
Kategori: Anılardan Kesitler

Bezmara Topluluğu’nu müzik uğraşanlarımız arasında hemen hemen tanımayanımız yoktur. Bu yazımızda Topluluğun kurucusu Sn. Fikret Karakaya’nın İran’da katıldığı, Müziğimizin ilk kuramcı ve bestecilerinden Urumiye’li Safiyuddin (1225?-1294) adına Tahran’da düzenlenen Kongre ile ilgili günlük anı notlarını sunuyoruz. Türk olmasıyla övündüğümüz müzik değerimiz adına Türkiye’de değil de İran’da bir kongre düzenlenmiş olması, değerlerimizin değer bulması açısından ilginçti… Musiki Dergisi.

İran’a, Birinci Uluslararası Safiyüddin Urmevî(*) Kongresi’ne(23-26 Ocak 2005, Tahran) katılmak üzere gittim. Beni, geçen Aralık ayının başlarında, Tahran’daki Fransız İran Araştırmaları Enstitüsü’nün müdürü olan ve kongrenin tertip komitesinde yer alan Jean During davet etti. Daha doğrusu, During, İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün müdürü Pierre Chuvin’i aramış, beni During adına Chuvin davet etti. Bu davet çok hoşuma gitti. Çünkü, yeryüzündeki en büyük medeniyetlerden birinin beşiği olan İran’ı görmek benim için paha biçilmez bir deneyim olacaktı. Ama aynı zamanda tedirgin oldum. Çünkü önümde yaklaşık bir ay kadar zaman vardı; bu sürede Safiyüddin hakkında uluslararası bir sempozyuma layık bir bildiri yazamazdım.

Derken, During İstanbul’a geldi, buluştuk ve beni rahatlattı. Çünkü ben, kongreye müzikolog olarak değil, müzisyen olarak katılacaktım. Benimle birlikte iki arkadaşımı daha davet edebileceğini söyledi, gelecek olanlardan birinin mutlaka perküsyoncu olmasını istedi. Üçüncü müzisyen olarak, Bezmârâ’da şehrud çalan arkadaşımı tercih edeceğini ekledi. Tahran’dan başka Kerman’da ve Safiyüddin’in doğum yeri olan Urmiye’de de birer konser vereceğimizi, ayrıca Türk musikisine özgü perdeleri ve aralıkları örnekleyeceğimiz workshop’lar yapacağımızı bildirdi.

Konserlerimizde, Kantemiroğlu’nun Acemler’e atfettiği eserlerden birkaç örnek vermemizi rica etti.
Aralık ayı boyunca sık sık yazıştığımız Stefan Yerasimos, benim mail’lerime ara verdiğim günlerde, daha önce sözünü ettiğim İran seyahatinde olduğuma hükmetmiş. Bir mail yazarak İran yolculuğumun nasıl geçtiğini sordu. Ben de henüz gitmediğimi, Ocak ayının 11’inde yola çıkacağımı belirttim. Ama onun sorusu bana bir sorumluluk duygusu verdi, daha önceki seyahatlerimde ihmal ettiğime üzüldüğüm bir şeyi bu kez mutlaka yapma kararı aldım: günlük tutmak.

Aşağıda okuyacaklarınız, bir haftalık İran seyahatim sırasında not ettiğim izlenimler ve her gün yatmadan önce veya ertesi sabah kalkınca yazdığım günlüklerdir:

12 Ocak 2005

Çarşamba sabaha karşı Tahran Havaalanı’nda, Jean During’in daha önce mail’inde Türkçe bildiğini yazdığı birisi bizi karşıladı. Kia marka küçük bir ciple gelmişti. Sazlarımızı ve valizlerimizi arabaya yerleştirmekte zorlandık. Öndeki tek koltuğa mecburen Akgün’le birlikte oturduk. Bu yüzden şoför, vites değiştirirken hayli güçlük çekiyordu. Adı Reza’ymış. Üç yıl kadar İzmir’de çalışmış. Dört yıl da Sofya’da. Burada diş hekimliği tahsil etmiş, fakat okulu bitirmeden ayrılmış. Reza, 40 yaşlarında, hep gülen, dişleri bakımsız ve sorunlu, bizim Türkçe’yi unutmaya başlamış bir Azeri. Kumral dalgalı saçları, bal rengi gözleriyle o coğrafyadan değilmiş gibi.Enstitü’nün önünde durduk, Reza bagajları indirmeye davrandı. “Kalsın” dedim. Nasıl olsa birkaç saat sonra yeniden havaalanına gidip Kerman uçağına binecektik. Ona da makul geldi.

Enstitü, sokağın köşesinde, yanındakilere bitişik, dört katlı bir apartmandı. Konuk odaları dördüncü kattaymış. Alt katlarınki gibi dördüncü katın kapısı da kilitliydi. Reza açtı, girdik. İkişer kişilik dört oda vardı. Ayrıca büyük bir salon ve ona bitişik uzun, balkonlu bir mutfak. Önce, iki saat için yatmaya gerek yok, oturup televizyon seyredelim dedik. Bir şey bulamayınca, gidip –üstümüzdekileri çıkarmadan– yattık. Reza gelip bizi uyandırdı, yeniden havaalanına gittik. Jean During, karısı, iki yaşındaki oğlu ve Julien Weiss oradaydı.

Bir gün önce akşamın 10’unda gelip geceyi bir otelde geçirmiş olan iki Tâcik ve bir Azeri müzisyen de. İran ve Azerbaycan musikileri üzerine yazdığı önemli kitapları okuyup zekâsını ve kültürünü takdir ettiğim, Ocora’nın ve başka bazı Fransız firmalarının yayımladığı CD’lerin kitapçıklarında metin yazarı, kayıt teknisyeni ve fotoğrafçı olarak adına rastladığım Jean During’le 1997’de İstanbul’da tanışmıştık. Pembe beyaz tenli, mavi gözlü, açık kumral saçlı, tepesi açık; kuruyup çatlayan etli alt dudağı sarkıyor, yürürken hafifçe aksıyor, 55–56 yaşlarında.

Julien Weiss ise, 1993’te yine İstanbul’da tanıştığım, pest tarafını metal sargılı tellerle genişlettiği ve çok sayıda mandal taktırdığı özel kanunuyla dikkatimi çeken, daha çok Suriye’de yaşayan, birçok Orta Doğu ülkesinin musikisini özgül aralıkları ve perdeleriyle icra edebilmek için titizlenen, uzun boylu, açık tenli, mavi gözlü, delici bakışlı, ince endamlı, hemen daima siyahlar giyinen bir Fransız.

51 yaşında.Jean During’in aldığı tatlı çörekleri çayla ayak üstü atıştırdık. Yolculuğumuz bir saat kadar sürdü. Tahran-Kerman arası karadan 1000 km imiş. Kerman’da bizi karşıladılar. Ama benim valizimin kaybolduğu anlaşıldı. Meğer, son anda bize yardım etmeye karar veren Reza, benim valizimi kontuara teslim etmemiş. Müdüriyete gidip haber verdik. Bulurlarsa göndereceklerini vaad ettiler.

Otele gittik, odalara yerleştik. Yemekten sonra ben 1-2 saat uyumayı tercih ettim. Kâmil Juilen’le çarşıya çıktı. Akşam üzeri, –mihmandârımız Mehtâb’ın kelimeleriyle– şehr hall’deki festivalin açılışına götürüldük. Büyükçe bir salon, sahnesi fazla büyük değil. Salona girdiğimizde sahne, türlü mahalli kıyafetler içinde, ellerinde çeşitli sazlar tutan musikicilerle tıka basa doluydu. Öndekiler en yaşlı temsilcilerdi. Arkaya doğru gençleşiyorlardı. İlk iki sıra yere oturmuştu. Arkadakiler ya iskemledeydiler ya da ayakta –anlaşılmıyordu. Fotoğrafçıya poz verir gibi hareketsizce bekliyorlardı (sonradan anladım ki, mikrofon ayarı için sahnede imişler). Biraz bekledik, program başladı.

Sunucu, siyahlar giyinmiş, saçının tek teli görünmeyecek şekilde tesettür etmiş, tok sesli, güzel bir kadındı. Hiç teklemeden ve kâğıda bakmadan dakikalarca konuştu. Sesinde Farsça’nın o büyüleyici musikisi vardı. Hele bir ara bir şiir okudu, Farsça’ya bir kez daha meftun oldum. Daha sonra birçok kişi konuşma yaptı. Konuşanların arasında nüfuzlu bir molla ve bir siyasî (belki milletvekili –anlayamadım) de vardı. Ses düzeninin ve mikrofonların çok iyi olduğunu fark ettim.
Konuşmalar bitince perde açıldı. Salona ilk girdiğimizde gördüğümüz tablo gene karşımızdaydı. Ortadaki yaşlı, sakallı zat, tanburu eşliğinde bir ağıt söyledi. Şelpe tekniğiyle gayet ustaca çalıyordu ve sesi görüntüsüne göre oldukça canlı ve güçlüydü. İkinci ve üçüncü zatlar, birbirininkine hiç benzemeyen, ama gülünçlükte birleşen acaip teknikleriyle şarkılarını –eşliksiz olarak– söylediler. Üçüncünün, –çok uzayan– solosu, ön sıradaki birinin (organizatörlerden biri olarak konuşma da yapmıştı) işaretiyle aniden kesildi. Daha sonra diğer yaşlı musikiciler tek tek, sesleri veya sazlarıyla farklı bir bölgenin geleneğini örnekledi. Beni en çok Belucların iki geyçakçısı ve hanendeleri etkiledi. Öncekiler küçük merkezlere aitti –belliydi. Ama Beluclarınki –anlaşılan– bir şehir musikisiydi.

Otele dönüp yemek yedik. Masaya çorba, kebap, pilav (daha doğrusu pirinç lâpası), salata, turşu getirdiler.
“Izgarada pişiririlmiş” anlamına gelen kebab terimi, tek başına kullanıldığında “kuzu şiş” demekmiş. “Mâhî kebab”, balık kebabı, “cûce kebab” ise tavuk kebabı anamında. Bu yemekte gazlı ayranla tanıştım. Şişeyi açmadan önce çalkalarsanız, açınca şampanya gibi fışkırıyor. Bizimle birlikte yemek yiyenler arasında iki İran musikisi uzmanı daha vardı: biri Amerikalı olduğunu anladığım Profesör Blum, diğeri adını öğrenemediğim bir İngiliz hanım. Blum, 70 yaşlarında, kısa boylu, zayıf, kabarık ak saçlı, güleç, çok kibar, selam verirken veya birisiyle tanıştırılırken vücudunun her tarafı sallanan, konuşurken mübalâğalı jestleri olan ilginç bir adamdı. Kalın gözlük camlarının küçülttüğü mavi gözlerindeki zeki ve muzip bakışlar yüzüne sevimlilik katıyordu. İngiliz hanımı, saçının tek teli görünmeyecek biçimde başını kapattığı için Müslüman olmuş sandım. 45-50 yaşlarında, güzel, uzunca boylu, mavi gözlü, zarif, biraz mesafeli. Uzun pardesüsüyle olduğundan ince ve uzun görünüyordu. Yemekte solumdaydı, Fransızca rahat anlaştık. Çok geç olmadan odalarımıza çekildik.

13 Ocak 2005

Perşembe sabahı bizi iki mihmandar, Bâğ-ı Şehzâde denilen, –Kacar hânedânından bir prensin yaptırdığı– harabe halindeki yazlık saraya götürdü. Şehrin epeyce dışında, karlı, yalçın dağların eteğindeki bu saray, kademeli havuzların, yani küçük çağlayanların süslediği büyük bir bahçenin içinde. Bu bölgenin meyveleri (kayısı, kiraz, üzüm, ayva vs) çok lezzetliymiş.

Benim dikkatimi, selvi ağaçlarının çokluğu çekti. Bir gün önce kar yağmış (dün oteldeyken incecikten bir karın tozduğunu görmüştüm); yolda, kapısının önündeki karı küreyen insanlar gördük. Ama hava güneşliydi, pek üşümedik.

Daha sonra bizi Şah Nimetullah-ı Velî’nin kabrinin bulunduğu bir ziyaret yerine götürdüler. Havuzlu bir bahçenin ortasında, oldukça süslü bir camiydi burası. Camiin iç mekânı, kemerli kapılardan birbirine geçilen galerilere bölünmüştü. İçerde irili ufaklı birçok sanduka vardı. Dikkatimizi Hz. Ali’nin ve başka din büyüklerinin iri portreleri çekti. Büyük bir galerinin ortasındaki camdan dev dilek kumbarasında çeşitli milletlerin paraları görünüyordu.

Bahçenin bir kenarında kitap, kaset, CD ve poster satılan bir dükkân çarptı gözüme. Sorumlusu bir kadındı. Kitaplar arasında Batı dillerinden çevrilmiş olanlar da vardı; bunların kapaklarında Batılı ünlülerin (Arnold Schwarzenegger, Claudia Schiffer vs) fotoğrafları yer alıyordu.
Bizi getirip götüren şoför, bir de müze olduğunu haber verdi; yolu gösterdi. Önce Akgün ve ben, sonra diğerleri müzeyi de gezdik. İlgimi en çok büyük boy Hz. Ali portreleri çekti.

Artık minibüsümüze binmiş, tam yola çıkacaktık ki, bir adam geldi, “haricî” yani yabancı olduğumuzu, kişi başına 20 USD ziyaret ücreti ödememiz gerektiğini söyledi. Jean During oradakilerin çoğunun İranlı olduğunu, bu arada bizim de “Osmanlı” olduğumuzu söylediyse de adam lâf dinlemedi. Nedense mihmandarlarımız ellerini ceplerine atmadı.

Sonunda birkaç kişi, bu arada John O’Connell, birkaç dolar verdiler de gidebildik. (John, benim 1991’de İstanbul’da tanıdığım, Türk musikisine âşık, İrlandalı genç bir müzikolog. Yaklaşık 15 yıl sonra Kerman’da yeniden karşılaştığımızda beni tanımakta zorlanmış. Ama kendisi hemen hemen hiç değişmemişti. Aynı kumral saçlar, aynı pembe-kırmızı güleç yüz, aynı çıtrıkırıldım edâ, aynı kibarlık, aynı içtenlik. Türkçeyi de unutmamış. Biz pek görüşememişiz, ama o aralıklarla Türkiye’ye gelmeye devam etmiş.)

Otelde yemek sırasında During valizimin bulunduğunu, Tahran’da beni beklediğini söyledi. Ama bir müjde verir gibi değil de, çorbasının soğumuş olduğunu söyler gibi. Yemekten sonra sıkı bir prova yaptık –Akgün ve Kâmil’in odasında; çünkü orası daha büyüktü. Salonun kulisi, beklediğimden berbattı: Merdivenle inilen, birer elektrik sobasının yandığı, penceresiz, ağır kokulu, havasız, sefil iki oda. Güya sanatçı odası.

Orada, 2003’te Amman’da tanıştığımız Lübnanlı Nidaa Abou Mrad’la karşılaştım. Elinde keman vardı. Onu müzikolog olarak tanıyordum. Ama demek ki bu akşam o da çalacaktı. Beni hatırladı, gelip sarıldı. Nidaa 35-40 yaşlarında. Beyrut’taki bir üniversitede hoca ve yönetici. Tanıdığım insanların en zekilerinden. Çok nüktedan. Çok ince bir mizah duygusuna sahip. Fransızcası çok işlek, İngilizceyi de rahat konuşuyor. Benden, Kâmil’in daireyle kendisine eşlik etmesine izin vermemi rica etti. Aynı kibarlıkla karşılık verdim. Kâmil’le bir prova yaptılar, ondan çok memnun kaldı. Yaklaşık bir saat sonra sıramız geldi. Yerimizi aldık, nota sehpası olmadığı için, ahşap bir salon sehpasıyla yetindik. (Sonradan bunun daha iyi olduğunu düşündüm.) Kantemir’in Acemler’e atf ettiği Pençgâh Peşrev’i ve bestekârı bilinmeyen Rast Peşrev’i kemençe, ud ve daireyle; Acemler’in Neva Peşrev’ini ve Şehzâde Korkut’un Kürdî Peşrev’ini ise çeng, şehrud ve kudümle çaldık. Salon alkıştan inledi.

Sonra sazlarımızı, kulis odalarına inen merdivenin başına koyup arabaya götürmek üzere beklemeye başladık. Daha önce de rastladığımız üç genç geldi, kemençeye duydukları hayranlığı ifade etmeye çalıştılar. Besbelli büyülenmişlerdi. İran kemânçesi çalıyorlarmış. Kemençemi görmek, dokunmak istediler. Hatta çalmaya çalıştılar. Benim çıkardığım sesi alamayınca hayal kırıklığına uğradılar. Otele davet ettim, çok memnun oldular. İçlerinden biri, çengimi arabaya kadar taşıdı. Sonra dinleyici olarak salona girdik, önlerde, daha çok kadınların oturduğu sağ blokta üç boş koltuk bulduk.

John O’Connell beni görünce, o şirin gülüşüne eşlik eden bir işaretle bizi çok beğendiğini ifade etti. Julien kamerasıyla çekim yapıyordu. Çok sürmedi ara verildi. Tahran’dan Kerman’a giderken havaalanında ayak üstü tanıştığımız, kıt Türkçesiyle musiki “yazıcı”sı olduğunu söyleyen Dr. M-Sâbetzâdeh’nin yanına oturmuşuz. Keşmirî teninde gümüşî bir parlaklık vardı. Uzunca yüzü güzel; siyah gözleri zeki bakışlıydı. Hangi kelimelerle anlattı, hatırlamıyorum, kemençeden çok etkilendiğini söyledi. Bir Müslüman kadın için, hem de İran’da, yadırganacak kadar sokulgandı. Hayranlık akan bakışlarıyla âdetâ ağzımın içine girerek adres ve telefon numarası istedi.
Sonra Julien’in yanına gittim, her şeyi çektiğini söyledi. Bu arada Nidaa Abou Mrad’la gözgöze geldik. “Çok iyiydiniz, tebrikler” anlamında bir işaret yaptı.

Salondan erken ayrıldık; çıkarken birkaç kişi tebrik ve teşekkür etti; minnet duyuyor gibiydiler. Arabada Nidaa yanıma oturdu; kemençeye duyduğu hayranlığı belirtti; bizi Beyrut’a davet etmek istediğini, hem konser verebileceğimizi, hem de benim üniversitede ders verebileceğimi söyledi. Yemekte yan yana oturduk. Bahis nasıl açıldı hatırlamıyorum ama, Eski Fransızca’nın telaffuzunun şimdikinden bir hayli farklı olduğunu söyledi. Racine’den ve Molière’den tiradlar okumaya başladı. Masadaki herkes susup Nidaa’yı dinledi. Bu teatral gösteri Nidaa’nın yeteneklerinden birini daha ortaya çıkarmıştı.

Yemeğin sonuna doğru, nazikçe, odama gelip sazlarımı görmek istediğini ifade etti. Saat gecenin 11’inde odamda buluştuk. Ona kemençemle uzunca bir taksim yaptım. Bazı nağmelere “Allah!”, “Allah! Allah!” veya “Aman!”, “Aman! Aman!” gibi nidalarla tepki gösterdi. Tam anlamıyla büyülenmişti; varlığı eriyip yok olmuştu âdetâ.

Sonra Akgün, Kâmil ve Mâlik Mansurov da geldi. (Kerman’da tanıştığımız Azeri tarcı Mâlik, Jean During’in en çok değer verdiği müzisyenlerden. Ünlü hanende Âlim Kasımov’un tarcısı. Yaklaşık 40 yaşında, çok sigara içen, çocuksu, özellikle burnunu büzüp gülünce çok sevimli, hüzne meyyal bir insan.) Mâlik biraz oturdu, kayıt âleti getirmek için odasına gitti. Basit bir walkman’di getirdiği. O andan sonraki her çaldığımı kaydetti. O da meftun oldu kemençeme. Önce Kâmil, Akgün ve Mâlik kalktı, 5-10 dakika sonra da Nidaa. Gitmeden kemençeyi denemeyi ihmal etmedi. Elini yatkın buldum.

14 Ocak 2005

Cuma sabahı kahvaltıdan sonra otelin girişinde bekliyordum. Benim gibi birkaç kişi daha vardı. Konser salonunda musikicilerin sololarının uzunluğunu ayarlayan bıyıksız, hülyalı bakışlı, tepesi açılmaya başlamış, ensesini uzatarak bunu telafi etmeyi düşünen zat, Mohammad-Rezâ Darvishi, kucağında büyük boy, ciltli, kalın bir kitabın 5-6 nüshasıyla geldi, bekleyen konuklara birer tane vermeye başladı. Baktım, bir kapakta Farsça, diğerinde İngilizce bir başlık var: Encyclopaedia of the Musical Instruments of Iran. Çok sevindim, ama şeffaf ambalajını yırtıp kitabı karıştırınca bu sevincim, yerini hayal kırıklığına bıraktı. Çünkü, İngilizce bir önsöz dışında metinler tamamen Farsça idi. Kitaptaki siyah-beyaz fotoğrafların bolluğu ve sazlara ait detayların dikkatle çekilmiş fotoğraflarla gösterilmesi, yazarın titiz bir araştırmacı olduğunun kanıtıydı bence. Bize armağan edilen, eserin telli sazları kapsayan birinci cildiydi. Kırık dökük İngilizcemle ikinci cildi sordum. İdyofonları kapsayacak ikinci cilt henüz basılmamış. Daha sonra havalılar ve derililer de birer ciltte anlatılacakmış. Kucağındaki ciltler yetmeyince içerden bir yerden bir otel görevlisi yenilerini getirdi.

Kâmil ve Akgün henüz aşağıya inmemiş olduğu için Ağa-yı Darvishi (bunu Türkçe’ye çevirirsek Darvishi Bey diyebiliriz) onlarınkini de bana verdi. Hemen yukarı çıkıp emanetleri sahiplerine teslim ettim.

Tekrar aşağı indiğimde otelin çay salonunda televizyon çekimi yapılacağını söylediler. Kerman festivaline katılan davetlileri bir hilal oluşturacak biçimde dizdiler. Önce Ağa-yı Darvishi, kısa bir konuşma yaptı. Ardından sırayla herkes adını, geldiği ülkeyi ve çaldığı sazı söyledi ve festivali düzenleyenlere teşekkür etti. Sonra özenle çerçevelenmiş bir sertifika ile birlikte –Jean During’in kelimeleriyle– “un petit cadeau” verdiler. Bu, üzerinde Humeynî’nin portresi bulunan bir altın sikkeydi; altın, bir kartın içindeki saydam yuvasındaydı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu sertifika herkesin başına bela olmuştu. Camlı olduğu için kimse valizine koymaya cesaret edemiyordu. Benim zaten valizim yoktu. Kâmil çerçeveyi söküp sadece sertifikayı aldı, çerçeveyi otelde bıraktı. Akıllıcaydı yaptığı, ama İstanbul’a gidince onu tekrar çerçeveleteceğini de sanmıyorum. Çoğumuz, sertifikamızı binbir ihtimamla elimizde taşıdık.

Nidaa’nınkinde kendisine “profesör” diye hitap edilmiş, alırken “henüz profesör değilim” demişti. Yolculuk boyunca sık sık bunun profesörlük diploması olduğunu söyleyerek nükteler yaptı.
Topluca Zerdüştîlerin tapınağına gidildi. Mihmandârımız Mehtâb, bir gün önceden randevu almıştı besbelli. (Yeri gelmişken Mehtâb için de bir şeyler söyleyeyim: zayıf, kısa boylu sayılabilecek, esmer sarı tenli, burnunda ameliyat geçirenlere özgü bir bandaj bulunan, İngilizceye bihakkın vâkıf kibar bir genç kız. Burnu çok uzunmuş, o yüzden ameliyatla kısalttırmış. İran’da burun ameliyatı ucuzmuş. Şurda burda burnunda bandaj taşıyan o kadar kadın görmemiz de bundanmış.)

Kapıda bizi, Nidaa’nın görür görmez “euzübillahimineşşaytanirracim” çektiği, Kâmil’in de ondan etkilenerek “yahu bu adam şeytanın kendisi” dediği bir görevli karşıladı. Nidaa, Hıristiyan olduğu halde, Müslümanlara özgü sayılan “elhamdülillah”, “Allahüekber” gibi sözleri söylemeye dayalı nüktelerini Amman’daki ilk görüşmemizde de yapmıştı. Keskin zekâsını, her an patlattığı nüktelerle gösteren Nidaa, ne zaman ciddî olacağını da çok iyi biliyordu doğrusu. Tapınağa girerken ayakkaplarımızı çıkardık, görevlinin cam kapaklı bir dolaptan alıp verdiği küçük, beyaz takkeleri başımıza geçirdik. Bir ateş kokusu vardı içerde. Duvarlarda birtakım portreler asılıydı.

Girdiğimiz ilk binanın ortasında, demir parmaklıklı bir pencereden belli belirsiz yanan bir mangal görünüyordu. Sonra, aynı geniş avlunun başka bir köşesindeki ikinci bir binaya geçtik. Burası, galiba âyin yapılan yerdi. Burada daha büyük bir mangal vardı. Mangalların altından çok düşük bir debiyle doğalgaz veriliyormuş. Ama bu herhalde son zamanlarda başlatılan bir uygulama. Geleneksel olan, mangalda odun yanması. Şimdiki mangallarda da, görünürde yanan gene odun.
Gezdiğimiz iki bina gibi, yüksek avlu duvarı, giriş kapısı ve avlu da tertemiz ve bakımlıydı.

Zerdüştîler varlıklı insanlardı anlaşılan. Aramızdaki konuşmalarla, Mollaların bu dinî cemaate ve tapınaklarına gösterdiği hoşgörüyü takdir ettik.

Öğlen yemeği için otele dönerken şehrin dışında başka tarihî bir binayı ziyaret ettik. Burası çok eskiden bir buğday silosuymuş. Günümüzde, Ermenilere, Musevîlere, Müslümanlara ait birtakım mezartaşlarının bulunduğu küçük bir müze. Öğleden sonra, Julien’le Kâmil’in daha önce gezdiği müze-hamamı görmek istediğimi söyledim. Kerman’a geldiğimiz gün Julien’le çıkıp küçük bir gezi yapan Kâmil orada çengli ve daireli çiniler bulunduğunu söylemişti. Julien çinilerin fotoğraflarını çekmiş. O akşam yemekte bundan bahsetmiş, bana da bir kopya vermesini rica edince, Tahran’a döndüğümüzde CD’ye basabileceğini söylemişti.Mehtâb’ı görevlendirdiler ve arabayı bize verdiler.
Çıktık, araba bizi yakında bir yerde bıraktı; biz yürüyerek Kapalıçarşı’ya (Bazar) gittik.

İstanbul’dakine oranla küçük, tuğladan yapılmış, en küçük bölmesinde bile hâlâ ticaret yapılan bir binaydı burası. Derken, mukarnasları kalem işleriyle süslü, işlemelerinin bir kısmı silinmiş bir taçkapıdan geçip hamama girdik. İrili ufaklı birçok galeri vardı. Bunlar birbirlerinden kemerli kapılarla ayrılıyordu. Her galeri, belli sınıftan kişilerin yıkanmalarına tahsis edilmişti.

Her köşede, oranın vaktiyle kime hizmet verdiğini gösteren, son derecede realist heykeller vardı. Bir heykel, yıkandıktan sonra oturmuş çay içiyor, başka birisine bir tellak masaj yapıyordu. Bu türden heykelleri, Bâğ-ı Şehzâde’deki küçük hamamda da görmüş, şaşırmıştım. Nihayet, Julien’in fotoğraflarını çektiği çinileri gördüm. Her birinde bir kadın figürü görünüyordu. O kadar çoktu ki. Hepsinin de fotoğrafını çektim. O andan sonra da Julien, her kavisli görüntüyü gösterip “Fikret, çeng!” diyerek bana şaka yaptı.

Hamamdan sonra Mehtâb bizi, yine Kapalıçarşı içindeki bir çayhaneye götürdü. İçerdeki atmosfer gayet egzotikti. Ortadaki alçak düzlüğün çevresinde açık localar halinde düzenlenmiş bölmeler bulunuyordu. Epeyce müşteri vardı. Çoğu nargile içiyordu. Mekân, türlü hoş kokuların karışımıyla dolmuştu. Düzlükte gür ve uzun kır saçlarından yüzü görünmeyen bir santurcu icra-yı âhenk ediyordu. Santurun sesinin gürlüğü dikkatimi çekti. Mehtâb bizim için çay ve kurabiye istedi. Biraz sonra daha genç başka bir santurcu geldi. Önceki adamın santurunu kaldırdı, kendi santurunu çıkardı. İlk santurcu bir zarb değil de bir darbuka aldı eline; birlikte çalmaya koyuldular. Darbuka tahammül edilir gibi değildi. Yetmezmiş gibi, kendilerine, gelenler içinde Türkler olduğu söylenince, İbrahim Tatlıses’in Mavi Mavi Masmavi’sini çalıp söylemeye başladılar. Çayhanenin tadı kaçmıştı, kalktık.

Otele döndük, uçağımız akşamdı. Her şeyimizi toplayıp resepsiyona indik. Kermanlılarla aramızda çok duygusal bir vedalaşma oldu. Tam arabaya binecekken ellerimize büyükçe bir poşet daha tutuşturdular. Oldukça ağır bu poşette yiyecek bir şeyler varmış. Nidaa’nın, kendisininkine “diplomam” diyerek durmadan sarakaya aldığı sertifikayı bu yiyecek poşetine koydum. Çengim, kemençem, el çantam, yiyecek poşetimle uçağa binişim, sonra inişim hiç kolay olmadı. Bunlara ilâveten “başımın belâsı” dediğim bir de şapkam vardı; elime alsam taşımak dert, başıma giysem terletiyor. Onu Akgün’e verdim de biraz hafifledim.

Tahran Havaalanı’nda Akgün ve ben sazlarımızı ve eşyamızı almış, bir kenarda, henüz bagajlarını almamış olan diğerlerini bekliyorduk. Otelde veya konser salonunda zaman zaman karşılaştıkça iri yeşil gözleriyle dikkatimizi çeken iki genç kız (Aga-yı Darvishi’nin kızlarıymış) bana doğru geldi. Önümde durup bir süre ipnotize olmuş gibi gözlerime baktılar. “Nice to meet you” diyerek onları sıkıntıdan kurtarmak istedim. Bu gerçekten rahatlattı onları; “Nice to meet you” diyerek ellerini uzattılar. Vedalaştık. İkisi de Akgün’e sabit ve hülyalı bakışlarla baktı. Ayrılmak zor geliyordu sanki. Ama, çare yok, ayrılacaklardı.

Reza bizi gene karşıladı. Valizimi kaybetmekle kendisini suçladığım için sitem etti bana. Enstitü’ye geldik, birer oda seçtik. Bir oda boş kaldı.

15 Ocak 2005

Cumartesi sabahı kalktığımda, o boş odadan âdetâ camları sarsan, kesintisiz bir horultu yayılıyordu. Gece biri daha gelip oraya yerleşmiş demek. Ben mutfakta kahvaltı hazırlarken bu horultunun kaynağı çıkageldi. Şişman, kısa boylu, tepesi açılmış, 45-50 yaşlarında, güleç, son derecede sevimli biri. Tanıştık, adı Amin Beyhom; Lübnanlıymış. Fransızcayı çok işlek konuşuyor. Kısmen Beyrut’ta, kısmen Paris’te yaşıyormuş. Gidip Kâmil’le Akgün’ü uyandırdım. Amin, benim kuralcı, müzisyenleri rahat bırakmayan bir meneceri hatırlattığımı söyledi. Gülüştük.
Saat 10’da Vahdet Salonu’nda başlayacak konferansa yetişmemiz gerekiyordu. Oyalanacak vakit yoktu. Salona girdiğimizde saat 10’u çeyrek geçiyordu. İstiklal Marşı ve Kur’an okunmuş, açış konuşmaları yapılmıştı. Geciktiğimize memnun oldum. Bizi, ikinci sıranın –bize göre– sağ başına oturttular. Ön sırada Mahmoud Guettat’ gördüm.

Yalçın Tura’yı aradım, bulamadım. İkinci sıranın sol başında Bülent Aksoy oturuyordu. Yapılan simültane çeviriyi dinleyebilmek için bir kulaklık istedim. İranlılar bu çeviri işini pek ciddiye almamışlar. Sadece Farsça ve İngilizce çeviri yapılıyordu. Arada bir Fransızca çeviri de yapıldı. Şunu söylemem gerekir: Bildirinin okunduğu dili bilmeyen yabancılar, bu kongreden pek yararlanamamıştır.

Birkaç bildiriden sonra sahneye Sipihr Topluluğu çıktı, kısa bir konser verdi. Doğrusu temiz müzik yapıyorlardı. Bir ağızdan söyledikleri bir şarkı çok iyi giderken, meyanda birisi bir oktav aşağıdan söylemeye başladı, ama detone olduğu için icranın tadını kaçırdı.

Ara verildi, fuayeye çıkarken Mahmoud Guettat’la sarılıp öpüştük. Beni çok özlediğini söyledi. Çıktık, verilen nevaleyi ayak üstü mideye indirdik. Birkaç televizyoncu benimle röportaj yapmak istedi, ama tatminkâr bir mütercim bulamadılar. Bülent Aksoy’la ve Guettat’la sohbet ettik biraz.

Televizyoncular sonunda bir mütercimle çıkageldiler: Hüseyin Lale. Ankara üniversitesinin doktora öğrencisi, Tebriz’de doğup büyümüş, ama Tahranda yaşıyor. İran Azerilerindendir.Türkçe’si oldukça iyiydi. Röportajı hızla yaptık. Hüseyin Lale, Yalçın Bey’in de geldiğini, az önce beraber olduklarını söyledi. Derken Yalçın Bey’le karşılaştık. Hal hatır sorduktan sonra, birazdan yeniden başlayacak olan konferansı izlemek üzere salondaki yerlerimizi aldık.

Vahdet Salonu, sahnesi büyükçe, arkaya doğru kademe kademe yükselen ana mekânının üç tarafı iki veya üç katlı localarla çevrili, tavanı bir hayli yüksek, bakımlı, Avrupaî bir tiyatro salonu. Herhalde Şah zamanında yapılmış, Tahran’ın en büyük tiyatrosu diye düşündüm. Hüseyin Lale, Şah zamanında yapıldığını, ama Mollalar zamanında büyük bir tadilat geçirdiğini, Tahran’da bundan büyük ve güzel birkaç tiyatro daha olduğunu söyledi. O akşamki kapanış gene bir konserle yapıldı.

Arabalarla bizi alıp akşam yemeği için Merkez-i Sabâ’ya götürdüler. Duvarlarında modern resimlerin sergilendiği galerilerden geçip yemek yiyeceğimiz yere doğru yürüdük. Girerken buranın bir lokanta olduğunu sanmıştık. Öyle olmadığı belliydi, ama yemek vakti burada ne işimiz olduğunu anlamakta zorlandık. Sonunda bizi bir salona aldılar. Ortada dikdörtgen biçiminde, büyük bir boş alan bırakmak üzere bitiştirilmiş masalara oturduk. Hiçbir şey sorulmadan, soğumuş birer kebap, pilav ve salatadan oluşan yemeğimiz önümüze kondu. Bu mönü, geldik geleli defalarca sunulmuştu bize. Artık İran mutfağının bu üç kaptan ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Çıkarken Bülent Aksoy’la çene çaldık biraz. Bütün konferansçılar, Tâcik müzisyenler ve Mâlik Mansurov’la birlikte bir otelde kalıyorlardı. Mihmandar olarak başlarında bulunan adamlardan şikâyet eden Bülent Aksoy, kendilerini bir an bile yalnız bırakmadıklarını söyledi. Şehirde yaya olarak bir gezinti yapmak istemişler, izin verilmemiş. Bizim (yani Fransız Enstitüsü’nde kalanların) çok serbest olduğumuzu, dilediğimiz gibi davrandığımızı söyleyince büsbütün sinirlendi.

16 Ocak 2005

Pazar sabahı Reza geldi, arabayla valizimi almaya gittik. Ben, ilk gittiğimiz büroda valizimi hemen bana teslim edeceklerini sanıyordum. Ama orada, havaalanındaki polisin vereceği bir dosya numarası istediler. Havaalanına gittik, orada numara vermediler, ama numarayı vermeden kayıp eşyaların bulunduğu büroya girmemizi sağlayan bir “parola” verdiler; parola gerçekten işe yaradı. Girdik, memur ilgilendi, ama söylediğimiz tarihte tek bir çantanın kayıtlı olduğu cevabını verdi. Kayıtlı çanta küçük bir el çantasıydı. Oradan tekrar havaalanına gittik. Orada da iki ayrı kayıp eşya bürosuna girdik, elimiz boş çıktık. Bu arada tam iki saat dolmuştu ve benim bütün ümitlerim sönmüştü. Reza’ya “nâümmîdim” dedim; bu kelimeyi anladı ve “nâümmîd olma” dedi. Son girdiğimiz bürodan bizi “Terminal 6”ya göndermişlerdi; Reza, son ümidinin Terminal 6 olduğunu söyledi. Ama ben hem yorulmuş, hem de gerçekten ümidimi yitirmiştim. Epey dolaşıp Terminal 6’daki kayıplar bürosuna ulaştık. Reza durumu anlattı; temiz yüzlü memur, “valizin sahibi Türkiye’den gelen bir müzisyen mi?” diye sorunca içim sevinçle doldu. Ben pasaportuma davrandım, memur “gerek yok” makamında bir işaret yaptı. Gidip valizimi getirdi; açtıklarını, kontrol ettiklerini, ama hiçbir şeyin eksik olmadığını söyledi. İnanmak zordu, ama dört gün sonra valizime kavuşmuştum.

Enstitü’ye geldik, Kâmil ve Akgün beni bekliyordu. Saat 17’de salonda olmamız, daha önce sıkı bir prova yapmamız gerekiyordu. Çıkıp biraz dolaştık, şık ve büyük bir lokantada yemek yedik. Dükkânların çoğu gibi burası da bir Azerinindi. Bütün garsonlar da Azeri.

Kalkıp Enstitü’ye döndük ve provamızı yaptık. Reza 16 30’da gelip bizi aldı ve Vahdet Salonu’na götürdü. Buradaki kulis odaları hiç fena değildi. Konferans devam ediyordu. Yandaki odada, bizden önce çalacak olan Mecid Kâni prova yapıyordu. Epey bekledik. Saat 18 30’a doğru konferans bitti. Bizi sahneye davet ettiler. Perde kapalıydı; bize arkasında yer hazırladılar. Sahne görevlileri arasında da Azeriler vardı; ses ayarıyla ilgili talimatlarımı anladılar. Nota sehpası olarak iki zarif puf getirdiler. Birini Kâmil yanına koydu. Çünkü –Bayezid’e atfedilen– Nişabur Peşrev’in usulünü (sakil) vururken şaşırmasından korkuyordum. Bu arada Mecid Kâni sahneye çıkmış, bir gün önce Tâciklerin çaldığı gibi, perdenin önünde resitalini veriyordu. İranlıların saz musikisinin bana sıkıntı verdiğini, sevdiğimin tesnif’ler (şarkılar) olduğunu düşündüm. Sazlarımızı küçük dokunuşlarla akortladık. Fakat dışardan gelen santur sesi keyfimi tamamen kaçırmıştı. Arada bir perdenin arkasında yanımıza gelen Jean During, kısa da olsa bir taksim yapmamı istedi, ama bende değil taksim yapacak, eser çalacak bile hal kalmamıştı. Nihayet santur sustu, salon alkıştan inledi.

Bir kez daha, şöhretin sanattan önce geldiğini anladım. Alkışlar kesilince Jean During, Farsça konuşarak bizi takdim etti. Ve perde açıldı, oturur haldeyken kalkıp dinleyiciyi selamladık; oturup Pençgâh Peşrev’e girdik. Sazımın sesi fena değildi, ama ihtiyatla çalıyordum. İkinci esere Akgün ve ben başladık; Kâmil bir usûl sonra, yani ilk hanenin tekrarında katıldı. Ama bu daha iyi oldu. Galiba iyi çaldık. Bitince kalkıp selamladık; Akgün şehrudunu aldı, ben çengimi. Çabucak akort yapıp Şehzâde Korkut’un Kürdî Peşrevi’ni tek falsosuz tamamladık. Doğrusu biz de çok büyük alkış aldık.

Sahneden inince kulis odamızda Mâlik Mansurov’un resitalini dinledik. (Sahnedeki sesi odalara ileten bir hoparlör düzeni vardı.) O da bitince, sazlarımızı arabaya koymak üzere çıkarken Mecid Kâni ile karşılaştık; nazikçe eğilip “heyli memnûn” dedi (“çok teşekkür ederim” anlamına gelen bu söz, yerine göre “çok beğendim” demek de oluyordu anlaşılan).

İki minibüsü dolduran müzisyen ve konferansçı, yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Hâtemî’nin veya Rafsancânî’nin davetlisi olduğumuz bir sayfiye sarayına vâsıl olduk. Bir bahçeden geçip, L biçimindeki bir camekâna girdik. Oldukça geniş kerevetler, bölmelere ayrılmıştı. Her bölmede sofra örtüleri üzerinde boş tabaklar, çatal ve kaşıklar, bardaklar ve salatalar bizi bekliyordu. Ayakkaplarımızı çıkarıp yüksek kerevetlere bağdaş kurduk. Yan tarftaki bölmede üç Azeri kadın konferansçı bağdaş kurmayı reddetti, onlara üç iskemle getirildi. Üçü de yüzlerini duvara, sırtlarını cama dönüp kereveti masa gibi kullandılar. Bu arada fotoğraf makineme davranıp bir kare çektim.

Gelirken önümüze düşen gençten, hafif sakallı görevli “no photo!” diye uyardı. Nidaa solumdaydı, ona gene vejetaryen bir yemek getirildi. Yemek boyunca Julien’in kendine âşık olduğundan, bulunduğu yerin merkezine kendini koyduğundan dem vurup onunla ince ince alay etti.

Bir ara Mahmoud Guettat yanımıza geldi. Nidaa ile benden bahsederken, onun “le plus agréable phénomène” (“en hoş olgu”) diye başlayan cümlesini Nidaa “ici?” (“buradaki mi?”) diye soruya çevirdi. Guettat hiç unutamayacağım bir karşılık verdi: “Partout” (“Her yerdeki”). Utandım, “mübalâğa ediyorsunuz” dedim “Olabilir, bundan kime ne” anlamına gelen bir cevap verdi.

Mekân, tahmin edilebildiği gibi soğuktu. Ama yemek çok sürmedi, çayımızı alelacele içip gene arabalara yerleştik. Dönüşümüz daha hızlı oldu. Ne de olsa yollar tenhalaşmıştı. Ayrıca bir arabanın, diğerini beklemesine de gerek yoktu artık. Ayrılırken Jean During, pazartesi sabahı saat 10’da Merkez-i Sabâ’da (sanat galerisi ve –sanırım– aynı zamanda Sanatlar Akademisi’nin idarî binası) medya önünde bir discussion (tartışma) yapılacağını, herkesin orada hazır olması gerektiğini söyledi. Bu, gerçekten gerekliydi. Yatmadan önce Kâmil’le vedalaştım. Çünkü, sabaha karşı 04 35 uçağıyla İstanbul’a dönecekti.

17 Ocak 2005

Pazartesi sabahı Reza geldi, bizi Merkez-i Sabâ’ya götürdü. Amin Beyhom bizimle gelmedi nedense. Cumartesi akşamı, yemekhanesinde bize yemek ikram ettikleri yerdi burası. Zemin katta, çinilerle süslü, küçükçe bir salonda her birimize ayrılmış yerlere oturduk. Julien solumdaydı. Herkes adını ve geldiği ülkeyi söyledi. Bazılarımıza hangi dilde konuşacağımız soruldu. Fransızca’yı seçmek zorundaydım.

Nedense önce Julien’e söz verdiler. Nasıl kanuna başladığını, sazını akortlarken Safiyüddin’den nasıl faydalandığını uzun uzun anlattı. Sağımda Akgün, onun yanında da Nidaa oturuyordu. Julien konuşurken Nidaa önündeki kâğıda yazdıklarını gösterdi. İyi göremediğim için Akgün’den kâğıdı bana vermesini istedim. Kâğıt geldi, baktım, yan yana üç “je”; yani “ben, ben, ben”. Nidaa’yla bakışıp tebessüm ettik.

Gazetecilerden hiçbir soru gelmeyince konferansçılar bir bir söz aldı. Farsça konuşmayanların söyledikleri Farsça’ya çevrildi. Fransızca ve Farsça bilmeyenler Julien’in, Yalçın Tura’nın ve Nidaa’nın söylediklerinden hiçbir şey anlamadı. İngilizce ve Farsça bilmeyenler de, Bülent Aksoy’un ve –ikinci veya üçüncü konuşmasında İngilizceyi seçen– Yalçın Tura’nın sözlerini anlayamadı. Epey sonra söz alan Mahmoud Guettat, konferansı sırasında olduğu gibi Arapça konuştu; yanındaki kız tercümanlığını yaptı. Galiba bu kız, Amman’da bana tercüman olarak görevlendirilen Elia Khoury’nin pozisyonundaydı. Hasılı, bu önemli, belki de en önemli toplantı bir tür kör dövüşü halinde geçti. Allahtan çok uzamadı, 12’ye doğru basın toplantısına son verildi.

Dışarda Guettat ve çevirmeniyle karşılaştım, biraz konuştuk. Kız kemençeyle ilgili bir şeyler söyledi. Bu kez Guettat onun tercümanlığını yaptı: “O sazın sesi o kadar etkileyiciydi ki, dinleyen duvar olsa yıkılırdı.” Çevirmen CD’miz olup olmadığını sordu. Giderken 4 CD götürmüştüm, ama çıkmadan Muharrem Rahimî ile karşılaşmış, 2’sini ona, 2’sini de bir başkasına vermiştim. Yanımda kalmadığını, ama Enstitü’de olduğunu söyledim. Guettat, akşamki jam-session’a geleceklerini, orada verebileceğimi söyledi. Anlaştık, ayrıldık.

İranlıların davet ettiği konferansçılar bir şehir turuna çıktılar; Jean During, Akgün, ben ve Nidaa’yı kendi arabasıyla (Toyota Camry) Enstitü’ye getirdi. Öğlen yemeğini orada yedikten sonra Reza bizi Akgün’ün Zeynep’ine bir hediye almamız için bir mağazaya götürdü. Akgün bir şey seçemedi. Gerçekten de, deri üzerine yapılmış büyük boy portrelerden başka alınacak bir şey yoktu. Onlar da oldukça pahalıydı. Reza bizi geri getirdi. Biz yukarı çıkmadan dolaşmaya çıktık. Ben fotoğraf makinem için pil almak istiyordum. Akgün’se, hâlâ bir hediye bulmak ümidindeydi. Büyük bir cadde (galiba Velî Asr) boyunca yürüdük. Sol tarafta kitapçı dükkânları vardı. Yürüdük, yürüdük. Kitapçı dükkânlarının sonu gelmiyordu. Arada büyük pasajların önünden geçiyor, eğilip içeri bakıyor, pasajlardaki bütün dükkânların da kitapçı olduğunu görünce hayret ediyordum. Burası kitapçılar sitesiydi besbelli. Ama bu kadar çok kitapçı dünyanın hiçbir kentinde bir araya gelmemiştir herhalde. Bir-iki dükkânın önünde durup vitrindeki kitapların neler olduğunu anlamaya çalıştım. Bazılarının başlığını bile okuyamadım. Ama, kapaklarındaki resimler veya Latin harfleriyle yazılmış alt başlıklar sayesinde, Batı dillerinden çevrilmiş kitapları teşhis edebildim.

Bunların çoğu 19’uncu veya 20’nci yüzyıl Batı filozoflarının kitaplarıydı. Avrupa ve Rus edebiyatından çeviriler de vardı. İran’da yoğun bir çeviri faaliyeti olduğunu düşündüm.
Saat 16 30’daki work shop’a yetişmek için gezintiyi çok uzatmadık. Biz girdiğimizde salonda yerini alıp akorda başlamış olan Julien bütün kaloriferleri kapattırdı. İyi fikirdi, çünkü Ocak ayı için hava oldukça ılımandı. Bir iskemleyi, çalacak müzisyen için tahsis eden ve karşısına da, ayak olarak başka bir iskemleyi kullandığı mikrofonunu yerleştirip kayıt yapmaya hazırlanan Amin, nerdeyse hiç söndürmediği sigarasıyla salona girip çıkıyordu. Şaka yollu salonda sigara içmemesi gerektiğini söyleyince, “Ama ben teknisyenim” dedi. “Teknisyenler sigara içmez, çalışır” cevabını verdim. Nedense, söz dinlemez bir çocuğu andıran –her an şaka ve nükte yapmaya hazır– bu adam, o andan sonra salona sigarayla girmemeye özen gösterdi.

Belirtilen saate doğru salon dolmaya başladı. Gelenlerin çoğu gençti. Kızlar Enstitü’de kendilerini özgür hissedip başörtülerini çıkardılar. Tam 16 30’da Julien misafirlerden birini yanına alarak setarın perdelerini, kendi mandallarıyla kıyaslamaya başladı. Sonra Mâlik’i de yanına alıp aynı şeyi tarın perdeleri için de yaptı. Setar ve tarın iki perdesinin elektronik âletle ölçülmesi ve bilmem hangi teorisyenin kesirleriyle bağdaştığının tespit edilmesi yaklaşık iki saati aldı.

Jean During, durumdan memnun görünüyordu. “Şu kadar zaman sonra Fârâbî’nin aralıklarının yaşıyor olması ilginç” dedi. Ama gelenler belli ki sıkılmıştı. Neyse ki tanbur çalan Tâcikten usullerle ilgili açıklamalar istendi de Julien’in bezdirici seansı sona erdi. Usul seansı zevkli geçti denebilir.

Ardından yemek faslı geldi. Doğrusu masa güzel donatılmıştı ve hayli zengindi. Daha çok meze türünden yiyeceklerdi masadakiler. Jean During, yemekleri ısmarlarken, İran’da kebaptan, pilavdan başka yiyecekler de olduğunu anlatmak istemişti sanki. Turtaya benzer, çok lezzetli tatlılar da vardı. Ondan bundan atıştırırken Jean During’in eşi, Âzâde adlı bir kadınla tanıştırdı beni. Daha salona girerken, gösterişli, şık kıyafeti ve çevresine dağıttığı zarif gülücükleriyle herkesin dikkatini üzerinde toplayan güzel bir kadındı Âzâde. Çenge hayran olmuş, İstanbul’a gelse kendisine ders verir miymişim? “Elbette” diye cevap verdim.

Karnımızı doyurduktan sonra, Vahdet salonundaki televizyon röportajında bana tercümanlık yapan Hüseyin Lale ile balkonda sohbet ederken Jean During, “Fikret, biraz kemençe çalar mısın?” diye sordu. Ben “isteyenler mi var?” diye sorunca During “elbette” cevabını verdi. Salona girip sazımı aldım. Daha önce oturduğum iskemleye oturarak akorduma baktım. Başından beri her şeyi kaydeden Amin Beyhom, “sanatkârların yerine” diyerek beni dinleyicilerin karşısındaki iskemleye davet etti. Taksime segâh nağmeleriyle başladım, rasta geçtim, tekrar segâh gösterdim, pençgâh yaptım, nişâbur yaptım, derken evcârâya geçtim ve bestenigârla bitirdim.

Bu arada Akgün udunu alıp yanıma oturdu. Önceden, birlikte Bayati Peşrev çalmayı kararlaştırmıştık. (Ezbere çalabileceğimiz bir eser olarak.) Bir mikro taksim yaparak uşşak cinsini duyurdum. Peşreve girdik ve mükemmelen çaldık. Herhalde İran’daki en iyi icramızdı. Bir alkış tufanı koptu. Kalkıyorduk ki, Amin koşup fotoğraf çekmeyi ihmal ettiğini söyledi; oturmamızı rica etti. Eserin mülâzimesini bir kere daha çaldık Amin için. Sonra İran’ın en büyük neyzenlerinden biri olan Musavi çaldı. 60 yaşlarında, saçları simsiyah boyalı, gözlüklü, ufak tefek bir adamdı Musavi. During anlattı: Geçirdiği kalp rahatsızlığından sonra bir süre sazını bırakmış, yeni yeni çıkıyormuş insan içine. Solosunun başında, Julien yerinden kalkıp Musavi’nin arkasında duran kanununda, onun segâh perdesini aramaya başladı.

Gene perde ve kesir tartışması başlayacak diye ödüm koptu. Ağız tadıyla ney dinlemek istiyordum. Julien’i sert biçimde uyardım. Allahtan lâf dinledi, geçti yerine oturdu. Sesimdeki sert ton ve yaptığım sinirli hareket, Musavi’yi rahatsız etmiş olmalı ki, bir şeyler söyledi. Yanımdaki Azeri gence sordum, “Âsablaşmasınlar, beni vururlar” diye tercüme etti. Utandım. Neyse ki Musavi yeniden çalmaya başladı. Demleri iyiydi, ama tizleri çok zayıftı ve sanki küçücük bir düdüğün sesiydi. Akgün, Hüseyin Lale ve ben, pencerenin önüne dizilmiş iskemlelerde yan yanaydık. Âzâde, solumda oturan Akgün’ün karşısında bir iskemledeydi. Neyzenden sonra başkaları çaldı. Tabii Julien de. Akgün, Hüseyin’in tercümanlığıyla Âzâde’ye bir şeyler anlatıyordu. Meğer ondan, İstanbul’daki Zeynep’i için bir hediye almasına yardım etmesini istemiş. Ertesi sabah biz Urmiye’ye gideceğimiz için, bu işi dönüşümüze bırakmışlar. Bir ara mutfağa girdiğimde Amin “Bugün seni keşfettim, olağanüstü çaldın. Bunu bütün kalbimle söylüyorum, yemin ederim” dedi.

Herkes gittikten sonra, erken yatmak istediğimi, çok yorgun olduğumu söyleyince de Julien’e dönerek “Haklı, her şeye tahammül etti” dedi. Besbelli, Julien’in ölçüm seansını ve diğer müzisyenlerin uzun resitallerini ima ediyordu. Nidaa ve Amin’in Urmiye’ye gitmeyeceklerini, Amin’in salı sabahı erkenden ayrılacağını, Nidaa’nınsa çarşamba günü Beyrut’a döneceğini öğrendiğimde üzüldüm. Yatmadan Amin’le vedalaştık. Beni yeniden görmek için ilk fırsatta İstanbul’a geleceğini söyledi. Nidaa ile de vedalaşmak istedim. Beni uğurlamak için sabah erken kalkacağını söyledi.

18 Ocak Salı

Sabah ben kahvaltı hazırlarken Nidaa uyanıp yanıma geldi. Oysa ben onun kapısının altından atmak için bir veda pusulası yazmıştım. O kâğıdı buruşturup attım. Eşyalarımızı toplayıp Reza’nın arabasına yerleştirdik. Hava soğuk olduğu halde Nidaa, paltosunu giymeden bizimle aşağı inmişti. Son ana kadar da yanımızda kaldı.

Daha havaalanına girer girmez Urmiye uçağının iptal edildiğini öğrendik. Havaalanı buzlanmış, inişe elverişli değilmiş. Oturup beklememiz gerektiği söylendi. Belki öğleye doğru buz erir, sefer gerçekleştirilirmiş. Sıkıcı ve sonu belirsiz bir bekleyiş başladı.

Bir ara Guettat’la yan yana oturduk. “Son kitabım” diyerek çantasından çıkardığı bir kitabı gösterdi. İslam ülkelerinin musikisine dair biyografik, bibliyografik ve diskografik bir kılavuz. Fransızca. Kitabın içinde birlikte gezindik biraz. Ta Ortaçağ’dan bu yana İslam musikisi üzerine yazılmış her kitabı ve yazarını, eleştirel bir tutumla tanıtan küçük makalelerden oluşan bir kitap. Birkaç yazarın biyografisini ve bazı kitapların tanıtımını birlikte okuduk. Hayranlık duyduğunu bildiğim Rauf Yekta’nın bazı görüşlerini zekice eleştirmesi hoşuma gitti. Doğrusu çok önemli bir kitaptı bu. Yanında başka olmadığını, ama sonra bana postayla göndereceğini vaad etti.

Yanımıza gelen Yalçın Tura, bu sohbetin kesilmesine sebep oldu. Biraz sonra, hemen karşıdaki bir lokantaya gidileceği söylendi. Daha acıkmamıştık ama, orada oturmaktan iyiydi. Lokantanın bir de çayhanesi vardı, nargile de veriyorlardı. Mâlik, Akgün ve ben çayhaneye oturduk, kalanların çoğu lokanta bölümündeydi. Mâlik çayın yanına bir nargile istedi. Onunkinden ben de birkaç nefes çektim. Bu hayatımda ilk denememdi. Hoşuma gitti.

Yeniden havaalanına girdik, saat 15’te Urmiye uçağının kalkacağı ilan edilmişti. Saat henüz 12 30’du. Biraz daha bekledik. Uçağın kesinlikle kalkmayacağı açıklandı. İkinci kez lokantaya gittik ve bu kez yemek yedik. 12 saatlik otobüs veya 15 saatlik tren yolculuğuyla Urmiye’ye gidilebilirmiş. Buna razı olup olmadığımız soruldu. Kimse böyle bir yolculuğu göz alamıyordu. Zaten yolda bir aksilik olmasa ve yolculuk öngörülen uzunlukta sürse bile sabaha karşı oraya vardığımızda kimsede Urmiye programına uyacak takat kalmayacaktı. Bunun üzerine Urmiye programının iptal edildiği açıklandı.

Jean During, ben, Akgün ve Julien Enstitü’ye döndük. Yolda Jean, İran’ın büyük kemânçe üstadı Ashgar Bahâri ile ilgili bir hikâye anlattı. 90 yaşını aşkın olarak ölen bu üstad sürekli sigara içermiş, çalarken bile. Sigarasının dumanı yüzünü yalar, külleri ceketine dökülür, o, vecd halinde çalmaya devam edermiş. Bir gün “sanatımın sırrı ne, biliyor musunuz?” diye sormuş ve açıklamış: “Ben içimden Hâfız’ın bir şiirini okurum ve kemânçemle ona eşlik ederim.” Jean bana ve Akgün’e bir an önce İstanbul’a dönmek isteyip istemediğimizi sordu. Tahran’da bizi gezdirecek birisi olsa kalırdık belki. Ama bu şüpheliydi. Ayrıca, eşim iki gün sonra Almanya’ya gidecekti. Uçak biletimizde yazılı tarihte gidersek, hem onunla görüşemeyecektim, hem de o kendisini havaalanına götürecek birini bulamayacaktı. En iyisi erken dönmekti. Ama tarihi değiştirmek için bilet başına 50 USD ceza ödenmesi gerekecekti. Jean During bunu ödemeye razı oldu. Enstitü’ye varır varmaz sekreterine bu işi halletmesini emretti.

Dışarıdan getirtilen yemeği yedik. Benim seçtiğim, derince bir kaba doldurulmuş salçalı bir suyun içindeki tek, büyük bir köfteydi. Jean, havaalanında ödemek zorunda olduğumuz 100 doları verdi bana. Akşam 5’e doğru onunla vedalaştık. Evine erken gitmesi gerekiyordu.

Julien 15 gün daha İran’da kalmak niyetindeydi. Saat 6’dan önce, İran musikisine dair en kaliteli kitap ve CD’leri yayımlayan Mahur müessesesine gitmek istiyordu. Enstitü’den telefon ettirdi. Onunla ben de gitmek istiyordum. Akgün’ün ise, Zeynep’ine bir hediye almaktan başka düşündüğü yoktu. Bir ara Reza’yı yakalamış, Âzâde’ye telefon ettirmiş. Ertesi günü Tahran’dan ayrılacağımızı, hediye meselesini önümüzdeki 1-2 saat içinde halletmek gerektiğini söylemiş. Kadın, akşam 6 30’da bizi evinde beklediğini, sonra çıkıp birkaç mağazaya bakabileceğimizi söylemiş. Julien, Akgün ve ben bir taksiye binip önce Mahur’a gittik. Julien nerdeyse bütün yayınlardan birer tane aldı. Orada Ağa-yı Darvishi ile karşılaştık. Bize iki küçük kitabını daha hediye etti. Julien’in dört beş büyük poşete ancak sığan yükünü, aşağıda bekleyen taksiye taşımasına yardım ettik.

Yaklaşık yarım saatlik yolculuktan sonra Âzâde’nin evini bulduk. Önünde küçük bir bahçesi ve otoparkı bulunan, iki katlı modern, müstakil bir bina. Yüksekçe bir duvar bahçeyi sokaktan ayırıyor. İkinci kata çıktık. Tamamen Avrupaî bir zevkle döşenmiş, evle büro arası bir yer. Alt katta annesiyle birlikte oturuyormuş. İçerde Âzâde’den başka birkaç genç kız ve iki yaşlı kadın vardı. Kadınlardan biri Âzâde’nin annesiymiş. Kızlardan birinin önünde santur duruyordu. Bir diğeri Âzâde’den ritm ve def dersleri alıyormuş. Biz, ikram edilen çayımızı içerken onlar biraz ders yaptılar. Âzâde çok iyi def çalıyor ve şarkı söylüyordu. Yarım saat kadar sonra kalktılar, biz bize kaldık. Salonun bir köşesinde Âzâde’nin çalışma masası vardı. Bilgisayarın önünde bir kitap tasarımının taslakları görülüyordu.

Oyalanmadan çıktık. Saat 8’i geçmişti. Bu saatte açık mağaza olacağına ihtimal vermiyordum. Âzâde’nin arabalarından birine (iki taneymiş) binip epeyce gittik. Sonunda büyük ve şık bir hediyelik eşya mağazasının önünde durduk. Orada Akgün’e bir şey beğendirilemedi. Bir başka mağazaya girdik. Gene elimiz boş çıktık. Üçüncü mağazada benim fark ettiğim bir kolye, nasılsa Akgün’ün çok hoşuna gitti. Üzerinde benzer bir taşın bulunduğu bir yüzükle birlikte bu kolyeyi aldı. Birden çok rahatlamış, çok keyiflenmişti.

Mağazadan çıkarken Âzâde, Tahran’a özgü bir lokantaya gitmeyi teklif etti. Bu, hepimizin hoşuna gitti. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Velî Asr Caddesi’nin sonuna geldik. Solumuzda çok büyük bir bahçe içinde Şah’ın –şimdi müze olan– sarayı vardı. Kar yağmaya başlamıştı. Çünkü dağa tırmanıyorduk. İlerledikçe kar arttı. Derken, ışıklar içinde bir vadiye girdik. Vadi değil, burası bir masal ülkesi. Adı Derbend. Dar yolun sağında ve solunda her biri bir şato sayılabilecek lokantalar vardı. Sayılamayacak kadar çok. Ayrıca, ne olduklarını anlayamadığımız çeşit çeşit yiyeceklerin satıldığı rengârenk tezgâhlar. Lokantaların cepheleri, dev sütunlarla, kemerlerle, balkonlarla süslüydü. Binaların cepheleri renk renk neonlarla ışıklandırılmıştı. Yetmemiş gibi, şurada burada yüzlerce doğal gaz meşalesi yanıyordu. Tam bir şehrayin. Herhalde gündüz bu kadar alımlı olmazdı. O yüzden, bu kadar uzak olduğu ve hava hiç de müsait olmadığı halde bu kadar kalabalıktı. Bütün lokantaların verandası vardı, ama kar yağdığı için o sırada verandalar boştu. Bir lokantaya girdik, gece yarısına kadar yedik ve sohbet ettik.

Biz 12’ye doğru dönüş yolunu tuttuğumuzda hâlâ yeni müşteriler geliyordu. Âzâde, onların artık yemeğe değil, çay içmeye geldiklerini söyledi. Çünkü lokantalar gece yarısı kapanıyormuş. Elhak Tahranlılar safâ ehli insanlar. Kapanmasına yarım saat kala onca yolu tepip buraya yalnız çay içmeye gelmediklerini anlamak zor değil. Dağ havasını teneffüs etmek, o şehrayini temaşa etmekti asıl istedikleri. Doğrusu Tahran’a gelip de burayı görmeden ve böyle bir akşam geçirmeden dönmek olmazdı.

Âzâde’ye teşekkürler ettik. Bizi Enstitü’ye getirdi, vedalaştık. İstanbul’da arkadaşları olduğunu, bu yaz da mutlaka geleceğini, beni arayacağını söyledi. Saat gecenin 1’iydi. Saat 3’te bir taksi gelip biz havaalanına götürecekti. Julien’le vedalaştık, o gidip yattı.

Biz biraz oturduk, sonra dayanamayıp bir saat kadar uyuduk. Akgün’ün cep telefonunu 02 30’da çalmak üzere ayarlamıştık. Kalktık, giyinip toplandık. Gündüzden tenbihli taksi gelmediği için başka bir taksi bularak havaalanına gittik. Uçak biraz gecikerek hareket etti.

Ben İran seyahatimin bir bilançosunu yaptım: Tahran’da pek gezememiştik. Bu şehirde en az bir hafta kalıp ilginç yerlerini görmek gerekirdi. Bülent Aksoy’un dediği gibi Isfahan’ı görmeden İran’ı tanımış olamazdık. Tebriz’i ve Şiraz’ı da görmek şarttı tabii.

Bu ülkeye yeniden geleceğime dair ümidim, göremediğim şeyler için duyduğum üzüntüyü hafifletti. Birçok yeni dost kazanmış; İranlıların algılama yeteneğini, o derin, ince ve iç burkucu musikilerinin kaynağı olan engin gönüllerini keşfetmiş; arkamda sanatımdan ve kişiliğimden etkilenmiş hâl ehli insanlar bırakmıştım. Ayrıca bazı eski tanıdıklarımla aramızdaki dostluk derinleşmişti. İranlıların, 2006’da yapacaklarını umduğum ikinci Safiyüddin kongresini, daha verimli olacak şekilde tertip edeceklerini sanıyorum.

_________________________________******________________________
Kaynak: http://www.artiran.blogsky.com/?PostI=69
______________________________________________________
www.musikidergisi.net

KONGRE İLE İLGİLİ OLARAK İRAN KÜLTÜREVİ YAYIN ORGANINDA YAYINLANAN YAZI…(A.S.)

İran Sanat Akademisi Tahran ve Urumiye’de
Safiyuddin Urmevi Anma Toplantısı Düzenliyor.

İran Sanat Akademisi, İran-İslam sanatlarının çeşitli boyutlarını tanıtmak amacıyla 2005 yılı Ocak ayında uluslararası “Safiyuddin Urmevi Anma Toplantısı” (hicri 7. yüzyıl hattat ve musikişinaslarından) düzenleyecek. Fars Haber Ajansının bildirdiğine göre, 23-26 Ocak 2005 tarihlerinde gerçekleştirilecek olan bu dört günlük toplantıda ülke içi ve dışından katılacak araştırmacıların konuşmaları yanı sıra konserler, hat eserleri sergisi ve diğer bazı yan etkinliklerde gerçekleştirilecek.

Sanat Akademisi yetkililerinin verdiği bilgiye göre, İran asıllı büyük müzik teorisyeni ve besteci Safiyuddin Urmevi Abdülmümin İbn-i Yusuf bin Fahir (ö. 693/1294), Urumiye hanedanlarından birine mensup olmakla birlikte kendisi Bağdat şehrinde dünyaya gelmiş veya çok küçük yaşlarda ailesiyle birlikte Bağdat’a göçmüştür.

Bağdat Mustansıriyye medresesinde eğitim alan Urmevi, son Abbasi halifesi Mu’tasım’ın sarayına girdi. Başlangıçta Mu’tasım’ın katibliği, kütüphanecilik ve hattatlık işleriyle meşgul olmasına karşın, onun sarayının nedimi, baş müzisyen ve udi’si olması uzun sürmedi

Urmevi’nin hayatında ilgi çekici olan nokta şu ki; Moğol hükümdarı Hülaku’nun Bağdat’ı istila etmesinden sonra Urmevi’nin ailesi ve malı, musiki alanındaki şöhreti nedeniyle katliam ve yağmadan kurtuldu ve senelik onbin dinar maaş bağlanarak, İlhanlılar tarafından Bağdat ve Huzistan bölge valisi tayin edilen Alaaddin Ata melik Cuveyni (622-681- Cihanguşa kitabı müellifi) yanında öylesine makam sahibi oldu ki, Bağdat Dar’ül-inşası reisliğine atandı. Ancak Cuveyni hanedanının düşmesinden sonra Safiyuddin mali sıkıntı içine girdi, öyleki sonunda üçyüz dinar borç yüzünden zindanda vefat etti.

Onun musiki alanındaki en önemli eserleri Şemseddin Cuveyni’nin oğlu Şerefuddin Harun adına yazdığı Risalet’iş-şark Eş-Şarkiyye ve El-Edvar adlı kitaplarıdır. Her iki kitap da Fransızca’ya tercüme edilmiş ve yayınlanmıştır.

Safiyuddin musikide “muntazamiyye” ekolünün yaratıcısı veya derleyeni olarak tanınır. Bu müzik ekolünün özelliği oktavların onyedi fasılaya bölünmüş olmasıdır ve uzmanlar bu sınıflandırmanın, oktavları oniki fasılaya bölmüş olan Bach gamına kıyasla daha mükemmel olduğu görüşündedirler. Safiyuddin’in metodunu çoğu musikşinaslar övmüş ve bazı müsteşrikler onu “Doğunun Zarlino’su” olarak nitelendirmişlerdir. Safiyuddin iki tür telli saz da icat etmiştir; birisi nüzhe, diğeri bir tür ud olan mugannidir.
___________________________________-
Kaynak: Fars Haber Ajansı, http://www.irankulturevi.com/
__________________________
Fikret Karakaya “Tahran 1. Safiyuddin Urmevi Kongresi Günlükleri” http://www.musikidergisi.net/




Hoşgeldiniz