“Kalemin Şövalyesi Onur Akdoğu 1947-2007…” Ayhan Sarı
Toplam Okunma: 3417 | En Son Okunma: 22.11.2024 - 03:44
İnsan hayatında varlığını, varolmasından dolayı nesnel olarak fark edemediğimiz, fakat içsel olarak varlığını sürekli hissettiğimiz kişisel değerler vardır. Sürekli görüşmeseniz de, hatta uzun süreli bir araya gelme boşluğu yaşansa da, gerçekleşen ilk görüşmede o eski samimiyeti yakaladığınız insansal değerlerdir içten içe hissedilen.
Bu duyguların içinde çocukluk samimiyetinden, en katı mesleki samimiyete uzanan bir çağlayan akar ve suyu hiç kesilmez.
Yaşamsal felsefede bir kanal kopsa da kopmayan bir kanal vardır bu ilişkilerde. İşte bu kopmayan kanal ile bağlanılan kişi ölse de, içimizde kendimiz ölünceye kadar sürecek, hatırlanacak, artık maddesel olarak varolmadığı bilinse de, bu gerçekliğin kabul edilmeyeceği kişilerdir bu değerler.
Bu düşünce şekli, ölen kişinin aslında aramızdan ayrılmadığı –sürekli görüşmediğiniz için- bir yerlerde yaşadığı hissini içimizde hep yaşatır. Biz yine sanki varmış gibi O’na espriler yaparız, O ise yine kara mizah cevaplarını verir ve yaşayanın, hayatını sürdürenin hatırlama anlarında yaşar ve o kesitte akar gider…
Ama aramızdan ayrılan içimizden ayrılmaz.
Sanki her an telefon açıp “geliyorum” diyecekmiş uzaklığındadır…Ölümsüzlük bu olsa gerektir.
Söze bir türlü girilemez. Kabul edilemez çünkü o kaçınılmaz son.
Benim için de Akdoğu’nun ölümü kabul edilemez bir hal aldı. Hiçbir yakınıyla görüşmüyorum. Sanki görüşürsem, Akdoğu’nun bu dünyadan ayrıldığı gerçeğini özümseyeceğim düşüncesinin ezikliğine kapılacağım korkusu, beni o kişilerle görüşmekten alıkoyuyor…
Akdoğu geleneksel Türk müzik biliminin kalemsel şövalyesiydi. Ne yapalım, her söylediğine katılmasak da, kendi bildiğini okurdu. Bu görüşlerini kendi olanaklarıyla yazdı ve bastı. Türk müzikolojisinin kişisel yayınevi gibiydi. Kendi yazdıklarını matbaa sahibinden öte, işçileriyle de işbirliği yapma iletişimini kurarak yayınladı.
Bir ara (1988) kendisiyle noterden sözleşme yapmıştım “Geleneksel Türk Çalgıları” kitabımın basımı için. Belki de kendi yazdığı bir çalışma dışında bir başkasının araştırmasını yayınlamak üzere sözleşme yaptığı tek kişiydim. Madde madde sıralamıştık koşulları noter önünde. Bu sözleşmeyi bir gün yayınlayacağım…
Onur Akdoğu Akademik öğrenimi olmayan son alaylı müzikologlardandı.
Akademik olmaya; o zamanki adıyla İzmir Ege Üniversitesi, şimdi Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Müzik Bilimleri Bölümünde Gültekin Oransay’ın öğrencisi olarak adımını attı atmasına da, daha bir yıl geçmeden sonunu getirememişti. Nasıl getirsin ki? 1976’da 30 öğrenci alan bölüm 1980’de ancak bir mezun verebilmişti. Adnan Saygun sempozyumunda da aynı gerçek ortaya çıkmıştı. Bilim kurulunda yer aldığım sempozyumun sonuç maddelerinden biri şöyleydi:
“Eğitimciliği sırasında öğrencilerinin çoğunu yok etme uğruna mükemmel öğrenciyi yetiştirme ideali.” Durum bu kez Gültekin ORANSAY’a uyuyordu. Akdoğu da o zamanki adıyla E.Ü. GSF Müzik Bilimleri Bölümü’nden ayrılmak zorunda kalanlar kervanındaydı.
Yani geçiş döneminin arasında diplomasız kaldı. Olsun… Diploma demek, her şey demek değildi O’na göre. O dönemde başlamış ve mezun olmuş öğrencilerin kaçı müzikolog olmuştu ki?.. Zaten Akdoğu da hiçbirini müzikologtan saymadı…
Müziğe dair inançsal zırhları çok gelişmişti. Kendi bildiğini okumaktan ve yazmaktan çekinmedi. Hiçbir müzikal silah O’na etkimedi. Birçok müzikoloji tezi üzerine eleştiri yazdı, davalar açtı. Çoğunu da kazandı. Fikirlerini inançla ve güvenle sergiledi. Söylemleri; o dönemin alaylı öğretim görevlilerince doldurulmuş -müziğe müzik dışından atanmış- müzikle alakası olmayan konservatuar müdürleri tarafından kabul görmediği gibi, -geleceğe karşı kof da olsa- o zaman için büyük, karşı tepkiler çekti. Sonuçta O’nu da çalıştığı kurumdan, yani Ege Üniversitesi Devlet Türk müziği Konservatuarı’ndan attılar. Attılar atmasına da sonra geri aldılar, baş tacı yaptılar. Kimlerdi O’nlar…?
Ben niye yazayım? Gerektiğinde yazacağım. Ama önce, öğrencilerini görmek istiyorum. Bakalım yazabilecekler mi?
…
“İnandıklarını savundu” söylemi, hatta romantizmi Akdoğu için az kalır.
Hep yazdı inatla, inançla. Cepten yedi hayatını, yıprattı. Ha 10 yıl önce, ha 10 yıl sonra ne fark ederdi O’nun için?
İsmi gibi ONUR’lu yaşadı.
Aslında şu anda yazılamayan Onur Akdoğu trajedisi ikinci Gültekin Oransay vaka’sı, yani olgusudur.
Bu detayları şimdi yönetici olan öğrencilerinin kendi öğrencilerine yaptıracağı araştırmalara bırakıyor ve O araştırmaları yapabilecek öğrencileri yetiştirebileceklerine olan inancımı hep taze tutuyorum.
Türk müzikoloji camiası bu trajedilerin içeriğini özümsemeli, kendine dersler çıkarmanın yanında tarihimizdeki müzikolojik kimlikleri hep hatırlamalı, her yıldönümlerinde olmasa da on yılda bir(!) anmalı, aynı trajedilerin tekrarlanmaması için çaba sarf etmelidir…
Bizler geride kalanlar olarak “giden gitti, inançsızlığında” olmayacağız.
Çünkü bizi yaşatacak olan bu hislerimiz ve bu hislerimizin altında yatan değerlerdir…
Ayhan Sarı