“Mey – Balaban - Duduk” Ve “Sarı Gelin Türküsü” Hakkında Süleyman Şenel İle Bir Röportaj… Şamil Kucur


Toplam Okunma: 7013 | En Son Okunma: 20.11.2024 - 21:07
Kategori: Röportajlar

Son yıllarda Ermeni Müziği ağırlıklı albüm ve konserleri ile tanınan Knar Grubu ile Ermenistanlı sanatçı Civan Gasparyan’ın çalışmaları ve “Duduk” adlı üflemeli saz ile “Sarı Gelin Türküsü” müzik dünyamızda sık sık gündeme gelmeye başladı. “Duduk” sazı ile “Sarı Gelin” türküsü hakkında bir çok kişinin kafasında beliren, ancak; pek dile getirilmeyen, genel olarak da toplumumuzun bilgilendirilmesi açısından, açıklanması gerekli bir dizi sorunun cevaplarını aradık.

Bu bağlamda, yurtiçi ve yurtdışında yaptığı saha araştırmaları, derlemeleri, bilimsel - sanatsal çalışmaları ve özellikle yayımladığı kitaplarla tanınan İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Sanatçı Öğretim Görevlisi /Müzikoloji Anabilim Dalı Başkanı Sayın Süleyman Şenel ile yaptığımız röportajda, bu sorulara açıklık kazandırmak istedik.

Süleyman Şenel’den, öncelikle Ermenistan’da Duduk, Azerbaycan’da Balaban, Dağıstan’da Yastı Balaban, Gürcistan’da Duduki ve Türkiye’de de Mey olarak geniş bir coğrafyada icra edilen bu üflemeli saz hakkında bilgi edinecek ve ardından da tartışmalı Sarı Gelin türküsüne bir kapı aralayacağız.

ŞAMİL KUCUR: Süleyman Bey, Duduk’un geçtiğimiz yıllarda yurdumuzda popüler hale gelmesi, yalnızca müzikal ve folklorik açıdan mı ele alınmalı, yoksa daha farklı nedenler var mıdır?

SÜLEYMAN ŞENEL: Ülkemizde, geleneksel müzik türleri ve bu türlere bağlı olarak: repertuar, çalgı, çalgılama, halk sanatçısı, profesyonel sanatçı, tavır, üslûp, oyun, edebi yapı -özellikle tema-, orkestralama, v.s. gibi kavram ve vasıtaların, biraz da popüler kültür / popüler müzik çerçevesinde, basın / medya yoluyla ve bilhassa da entellektüel kesim arasında yeni yeni tanınmakta, tartışılmakta ve gündemi daha yoğun doldurmakta olduğu düşünülürse; “Knar” gibi popülist bir müzik grubunun ve usta bir sanatçı olan Gasparyan’ın adına bağlı olarak “duduk” sazının gündeme gelmesini doğal bir tepki ile karşılamak gerekir. Bunun yanında, popülist yaklaşımlarla da olsa, bu ve benzeri vasıtaların -özellikle de çalgıların- daha çok gündemde olmasında ve toplum tarafından daha iyi tanınmasında büyük yarar da vardır. Zira, bulunduğumuz coğrafya ve özellikle de Türk Dünyası, geleneksel müzik potansiyeli: türleri, alt türleri, çeşitleri ve bu arada çalgı tipleri, çeşitleri ve özellikle de bu çalgıların kendilerine has repertuarları yönünden oldukça zengindir. Ancak; bu zenginliğin yeterince farkında olunduğunu söyleyebilmek zordur.

Bir başka yönden, “Knar Grubu” ve “Duduk” sazının popüler hale gelmesini, “ethnic music/world music” kavramları çerçevesinde değerlendirmek de mümkündür. Dünyada bu yönde esen rüzgarlar, yakın tarihten itibaren ülkemizde de esmeye başlamış ve gelişen düşüncelerin popülist etkisi, ülkemiz aydınları arasında hızla yayılmıştır. Belki, uzun yıllar daha devam edecektir bu durum. Bu çerçevede bu çeşit değerlendirmeler; sözgelimi, bir başka müzik grubu, bir başka çalgı veya herhangi müzik eserine dönük de olabilir. Olmalıdır da… Bu bağlamda, sanırım, “ethnic music / world music” kavramlarının ne anlamlar içerdiği hususunda, kamuoyunun bilgilendirilmeye ihtiyacı vardır.

ŞAMİL KUCUR: Osmanlı Devleti döneminde, günümüz Türkiye’sinde ve Ermenistan’da da mimar, müzisyen ve daha bir çok sanat dalında önemli eserler veren çok sayıda Ermeni sanatçı olduğunu biliyoruz. Ancak, günümüze baktığımızda, sanat icra etmenin yanı sıra bazı sanat dallarının ya da sanat eserlerinin kendisini-orijinlerini sahiplenme yaklaşımları gözlenmekte.

Yurtiçi ve yurtdışındaki yazılı ve görsel basında -özellikle internette- duduk’un Ermeni halk müziği çalgısı olduğu hakkında çok sayıda materyal yer almaktadır.

SÜLEYMAN ŞENEL: Bilhassa 20.y.yılda gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında yayımlanmış kimi kitap, makale ve hatta plak / kaset / cd kapaklarında, Ermenistan’da “duduk” adı verilen bir çalgı olduğu konusunda kayıtlara rastlanmaktadır. Bu yönü ile doğrudur. Ancak şüphesiz bu bilgiler, söz konusu çalgı tipinin, bir Ermeni müzik aleti olduğunu tek başına göstermez ve ispatlamaya da yetmez. Ayrıca, “duduk” tabirinin etimolojisine de bakmak lâzım gelir. Bu, etimologların görevi…. Hatırlayabildiğim kadarıyla, Türk Edebiyatına ait 13.-14.yüzyıl yazma eserleri içinde rastlanabilen çok eski tabirlerden biri “düdük”. Mesela, Kitâb-ı Dede Korkut’da geçiyor3.

ŞAMİL KUCUR: www.armanianduduk.com, www.teta.it/narada/duduk.html www.dudukonline.com, gibi adreslerde ve “Traditional Armanian Folk Instruments”, “Armanian Instruments Menu”, gibi başlıklar altında, Duduk’un yanı sıra Azerbaycan’da, Dağıstan’da ve Türkiye’de de icra edilen “tar”, “kemençe”, “ud”, “kanun”, “kaval”, “koltuk davulu”, “koşa nağara” ve “bağlama” gibi çok sayıda sazın da “Ermeni Halk Çalgıları” başlığı altında ele alındığı yolunda çeşitli bilgilere rastlamaktayız. Bu tür yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?

SÜLEYMAN ŞENEL: “Ermeni Müzik Aleti” olarak adlandırmanın, öncelikle dünyaya açılmayla alâkalı, biraz da milliyetçi bir tutum olduğunu düşünüyorum ben. Yani, kültürlerarası kaynaşmayı öncelikle kabul edip, bunu açıkça dile getirmek ve yazılı belgelerle bir çalgının tarihi hakkında bilgi ve görüş ortaya koymak yerine -ki bu iş müzik tarihçilerinin ve organologların işi- yukarıda bahsettiğiniz uygulamalara girişmek, dünyaya açılma politikasının ve kültürel propaganda amacının bir sonucu olarak görülüyor. Bu uygulamalar şüphesiz zarar vericidir.

Bu çerçevede, dünya ulusları, kültürel değerlerini tanıtma konusunda yoğun çabalar sarf ediyorlar. Ellerini de biraz çabuk tutuyorlar. Burada zikrettiğiniz bütün çalgıların sedaları, yazılı belgelerle de sabittir ki yüzyıllardır bu toprakların gök kubbesinde çınlıyor. Bölgesel bazda, kültürel alış-verişin olması normaldir, ortak kullanım da doğal karşılanabilir, taşınma da olabilir. Ancak, aşırı sahiplenme duyguları ile hareket edildiğinde, insanlar ve toplumlar tarih önünde zor durumda kalabilirler. Mesuliyeti son derece ağır olan bu ve benzeri konuların mutlak surette âlimler tarafından yorumlanması, tanımlanması ve belgelenmesi gerekir.

ŞAMİL KUCUR: Farklı coğrafyalarda ve farklı adlar ile adlandırılarak icra edilen bu üflemeli saz aynı saz mı dır? Yoksa benzer yönleri olan farklı bir saz mı dır?

SÜLEYMAN ŞENEL: Form ve teknik yapı yönünden “Mey”, “Duduk” ve “Balaban/Balaman (=Yassı Balaman / Yastı Balaman) adlandırmaları, aynı tip sazı ifade etmektedir. Küçük farklılıklar varsa da, bunlar doğaldır: Gövdenin biraz daha ince / kalın veya uzun / kısa olması gibi, bir deliğin eksik veya fazla olması gibi, ağaç tercihlerinin, tınlamalarının hatta repertuarlarının farklılık göstermesi gibi…

ŞAMİL KUCUR: Bu üflemeli sazın tarihçesi ve coğrafi açıdan kullanım alanı hakkında bilgi verir misiniz?

SÜLEYMAN ŞENEL: Tarih / tarihçe yazmak, öncelikle belgelere dayalı ve zor bir iş. Bu iş müzik tarihçilerinin işi. Ben müzik tarihçisi değilim. “Çalgılar” konusu da “Organologların” yani “Çalgıbilimcilerin” işi. Ben bir “Organolog” da değilim. Bu sorunuzun cevabını uzmanları vermeli. Sadece bu soru için kitap yazılır. Ne yazık ki ülkemizde böyle bir kitap da yazılmadı. Sonra, böylesine bölgesel ve çok kapsamlı konuların tek taraflı yaklaşımlarla -özellikle milliyetçi yaklaşımlarla değerlendirilmesinin zaman içinde sakıncaları da oluyor. Yani çok kapsamlı belge ve karşılaştırma şart. Aksi halde, ortaya konan sonuç, eğer bir kasıt taşımıyor ise, daha ziyade bir “tespit” özelliğinden öteye gidemiyor.

Diğer yandan, bu kamışlı çalgı, yurdumuzun Doğu ve Kuzey-Doğu Anadolu bölgesinde rastlanan bir çalgı. Kafkas bölgesinde: Azerbaycan’da, İran’da, Dağıstan’da, Gürcistan’da, Ermenistan’da ve hatta Hazar ötesinde, sözgelimi Özbekistan’da bile yaygınlığı var. Hatta uzak doğuda benzerlerine rastlıyoruz. Böyle düşünüldüğünde, ülkemize geliş yönü hakkında bir fikir ileri sürülebilir. Tarihin akışı içerisinde Anadolu topraklarına gelmiş, göç etmiş bir çalgı olarak düşünmemiz de mümkündür. Ama kim bilir, belki günün birinde ele geçecek yazılı bir tarihi belge, bir arkeolojik belge bu çalgının Anadolu’da milattan önce bilmem kaçıncı yüzyılda da varolduğunu ispatlayacak.

Bir başka yönden ise, bu çalgının nasıl adlandırıldığının fazlaca bir önemi de yok. Çalgı adlandırmalarının etimolojilerini ortaya koymak da, çalgıların milliyetlerini açıklayan bir ipucu olamaz her zaman. Yani, çalgıların form ve teknik yapıları, donanımları ve seslenme biçimleri, onların nasıl adlandırıldığından daha önemli. Burada organologların genel bir kanısına değinmek isterim. Organologlar: “Tarih boyunca, insanla beraber en çok göç eden, dünyaya yayılan ve kültürlerarası kullanım aracı olabilen etnografik eşyaların başında çalgılar gelir” diyor. Bu bağlamda, çalgıların hangi toplum tarafından yoğun olarak benimsenip kullanıldığının da, yazılı tarihi kayıtların / belgelerin de göz önünde bulundurulması lazım.

ŞAMİL KUCUR: Türk musikisindeki yeri ve önemine değinmek gerekirse…

SÜLEYMAN ŞENEL: Biz, topu topu bir oktav kadar bir ses sahasına sahip olan, ancak; insanın bağrını ezen yanık sesli bu çalgıyı, gerek kendine özgü repertuarı ile ve gerekse profesyonel anlamda her tür eserin seslendirilmesinde kullanıyor ve 1930’lu yıllardan bu yana da bilhassa radyo yayınları, plaklar / kasetler yoluyla zevkle dinliyoruz. Bugün bu çalgının seslendirdiği eserlerden oluşan onlarca plak, kaset ve compact disk de yayınlanmış durumda. Bundan yetmiş altı yıl önce başlayan ve sahada yapılan resmi ve özel derleme gezilerinde, mesela Erzurum’da rastlanmış ve çalgı hakkında sahada elde edilen bilgiler kitaplarda yer almaya başlamış. Hakkında yayımlanmış onlarca makale var. Sadece çalan değil, aynı zamanda imâl eden ustaları da pek çok. Adı, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de geçiyor, Marağalı Abdülkadir’in “Makâsıdu’l Elhan” adlı eserlerinde de… Günümüzde, yaygın olduğu bölgelerde usta-çırak iliskisi içinde ve ayrıca eğitim kurumlarında -özellikle de Türk Musikisi Devlet Konservatuarları’nda- eğitim ve öğretimi de yapılıyor. Sanatçılar yetiştiriliyor. Metotları var.

Bugün gelinen noktada, Türk müzik sanayiinin vazgeçemeyeceği çalgılardan biridir bu çalgı. Farklı tonlarda, farklı ebatları üretildi, standartları belirlendi ve uzun yıllar önce bir orkestra çalgısı hüviyetine dönüştürüldü. Hatta, ülkemizde bir oktav civarında olan ses sahasını genişletmeye dönük teknik çalışmalar da yapıldı ve halkımız bu çalgıyı çok seviyor.

ŞAMİL KUCUR: Azerbaycan’da bu sazın kullanım alanı nedir? Virtüozları var mı?

SÜLEYMAN ŞENEL: Bir çalgının virtüozu olabilmek ve bundan söz edebilmek için, öncelikle eğitim ve profesyonellik boyutuna bakmak lazım. Bir halk çalgısının virtüozu olmaktan söz edebiliyorsak, söz konusu çalgının kendine has yöresel repertuarı ve uygulamaları dışında profesyonel anlamda özel bir repertuarının da olması, bestekarların besteleme sahasında yer alabilmesi, orkestralama içinde görev yüklenilebilmesi ve bütün teknik gelişim, standardizasyon ve notasyon sorunlarının çözülmüş olması gerekir. Ve en önemlisi, hem çalgının ve hem de çalgıcının eğitim-öğretim metodolojisi çerçevesinde yerinin belirlenmiş olması gerekir.. Bu bağlamda; Azerbaycan’da, “balaban/balaman” sazının halk sanatkarı tipinde çok sayıda icracıları olduğu gibi, çok sayıda profesyonel sanatçıları da mevcuttur. Behrur Zeynalov, Alekber Askerov, Hasret Hüseynov, Abış Abışov hatırlayabildiğim isimler. Bu çalgının metodu da vardır ve orkestra içindeki yeri de belirlidir. Raks havalarında da, aşık sanatında da, bir senfonik orkestra içinde de, bir halk çalgıları orkestrası içinde de ve popüler müzik hayatında da sıkça kullanılıyor.

ŞAMİL KUCUR: Ülkemizde mey sazının icra alanı ve Binali Selman’dan başka geçmişten günümüze bu sazı icra eden isimler?

SÜLEYMAN ŞENEL: Türkiye’de durum bu kadar parlak olmasa da “Mey” çalgısının halk sanatçısı ve profesyonel sanatçı tipinde icracıları var. Bayburtlu Binali Selman başta olmak üzere, ağabeyi Yaşar Selman, Şavşatlı Cevri Altıntaş, Erzurumlu Ağa Keskin, Ağa Taşdan, Müslim Abay, Musa Uzun, Şehâbettin Tekin, Suat Isıklı, Halil İbrahim Balkan, Arif Sağ; Eğinli Mustafa Özgül, Kültür Bakanlığı Ankara Devlet Türk Halk Müziği sanatçılarından Fatih Erenler ve Adil Çelebi; İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Türk Halk Müziği Topluluğu Sanatçılarından İsmail Güzel; TRT İstanbul Radyosu sanatçılarından Yaşar Taner, Ağa Taşdan’ın torunu Zafer Taşdan; TRT İzmir Radyosu sanatçılarından Kemal Kırmızı, TRT Ankara Radyosu sanatçılarından Hüseyin Geçer ve eşi öğrencimiz Zeynep Ayvaz Geçer, TRT Erzurum Radyosu sanatçılarından Bayram Şengül, Binali Selman’ın çocukları Mahir ve Deniz Selman (Kültür Bakanlığı İstanbul Modern Folk Müzik Topluluğu sanatçısı), Kültür Bakanlığı Tarihi Türk Müziği Topluluğu sanatçılarından Ünal Yörük… Ayrıca, Sinan Çelik, Dursun Kement, Ertan Tekin, Erol Parlak ve Cebrail Kalın gibi sanatçı arkadaşlarımızın isimlerini de saymak mümkün.

İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı sanatçı öğretim görevlisi Ali Yılmaz, Binali Selman’dan el almış olarak yıllardır öğrencilerine “Mey” öğretiyor. Songül Ata da aynı kurumda mey dersleri veriyor ve bir mey metodu var.

Ayhan (Kahraman) Usta ve Ali Rıza [Acar] Usta, bu çalgının imalini İstanbul’da yapan çok sayıdaki lûtiyeden sadece ikisi.

ŞAMİL KUCUR: Görünen o ki özellikle basın organlarında yer alan bilgilerin büyük bir kısmı bilgisizlikten ve bilinçsizce yapılan yayıncılık anlayışından kaynaklanıyor?.

SÜLEYMAN ŞENEL: Türk kültür hayatının ürünlerini, zenginliğini ortaya koyacak yayınların yeterince yapılamamış olmasının da bunda payı var. Bu bağlamda, kültürel potansiyelin ortaya çıkarılmasında bilim ve sanat adamlarına büyük görevler düşüyor. Tabii, devletin kültür politikalarının bu eksikliği giderecek ölçüde belirgin ve destek verici olması da, bilim ve sanat kurumlarının kaderine terk edilmeden desteklenmesi de şart.

ŞAMİL KUCUR: Duduk ve diğer bazı sazların kökeni, kullanım alanı ve tanıtım şekillerinin tartışılmasının yanı sıra; tartışılan önemli bir konu da; ilk gösteriminden bugüne, üzerinde tarihi ve politik nedenlerle tartışmaların süregeldiği “Salkım Hanımın Taneleri” filminde “Sarı Gelin” adlı türkünün Ermenice olarak söylenmesi… Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan’da sevilerek dinlenen bu türkü hakkında, Türkiye’deki tartışmaları ve yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?

SÜLEYMAN ŞENEL: Öncelikle şunu kabul etmeliyiz ki; çalgılar gibi, müzik eserleri de: çoğunlukla ezgi, oyun tipi, güfte; güfte içinde bir nakarat, bir söz, tema ya da herhangi bir şey; kısaca müzikal yaklaşım içerisinde yer alabilecek her şey, bugünün siyasi sınırlarını göz önünde bulundurursak söylemek gerekirse birkaç ülkeyi içine alabilecek büyük bir sahada, farklı şekil ve kuruluşlarda karşımıza çıkabilir. “Sarı Gelin” türküsü bunlardan biri. Yurdumuzda, kulaktan kulağa yayılan bir ezginin değişik sözlerle karşımıza çıkması nasıl doğal ise, güzel Anadolu topraklarında okunan bir türkünün, başka dilde döşenmiş bir başka güfte/güfteler ile ve sınır ötesinde, uzak diyarlarda karşımıza çıkması da o kadar doğaldır. Kültürlerarası etkileşim, kültürlerarası taşınma meselesi.

ŞAMİL KUCUR: Kültür ve sanat unsurları politik amaçlar için kullanılmak mı isteniyor?

SÜLEYMAN ŞENEL: Kültür-sanat değerlerini siyasi sınırlar içine alabilmek mümkün olamıyor. Kültür değerleri, sınır tanımıyor. Türkülerimiz de sınır tanımayan kültür varlıklarımız. Politik amaçlar için kullanmak söz konusu olsa da onların varlığı ve varoluş sebepleri kimi zaman istenen amaca hizmet etmeyebilir. Eğer Sarı Gelin türküsünü düşünerek bu soruyu sorduysanız, hemen belirteyim, bu türkü az önce belirttiğim düşüncelere çok uygun düşecek güzel bir örnek. Zira, söz konusu ezgi ya da güftenin aslının, doğrusunun ne olduğu, kime ait olduğu ya da neyi anlattığı konusu, son derece karmaşık bir konu. Cevabını her zaman ve doğru olarak bulabileceğimiz bir örnek değil bu eser. Buna karşılık, söz konusu ezgi ve güftelerin ve çeşitlemelerinin herhangi bir zaman dilimi içerisinde tespit edilmiş olmasının, cevabını aradığımız sorudan çok daha değerli bir yanı var. Doğru olan ise, bilge insanların yaklaşımı ile ve çok yönlü olarak konuyu irdeleyerek kamuya mal etmek. Varsa problemi gidermeye çalışmaktır.

Şimdi biz başka bir pencereden bakalım… 60-70 yıldır yurdumuzun her köşesinde yayılmış bulunan, topluma mal olan bu türkünün: Erzurumluların, Karslıların, ülkemizin bilhassa Kuzey -Doğu Anadolu Bölgesinde yaşayan Kafkas göçmenlerinin büyük bir coşku ile geleneklerinde yaşattığı, söylediği hatta oynadığı bir milli kültür parçasının; Tiflis’de de, Erivan’da da, Nahçıvan’da da, Laçin’de de, Kazak’da da ya da Bakü’de de söyleniyor olması, üstelik farklı bir güfte ile ve farklı bir tavır ve üslupta, hatta farklı bir ritimde söyleniyor olması ve bunun bir iddia malzemesine dönüştürülmesi neyi ispatlar?. Eserin milliyetini mi? Etnik kimliğini mi? Türk kimliği taşımadığını mı?. Bence bu konuda anlamsız bir abartı ve saptırma söz konusu. Her şeyden evvel bu durumu, içinde yaşadığımız bölgenin bir kültürel zenginliği olarak görmeliyiz. Biz kendi açımızdan, başkaları da kendi açısında konuya yaklaşarak araştırmalarını ortaya koyduğunda, çözüme ulaşmak daha kolay olacaktır. Bu ve benzeri konularda yeni malzemelere ulaşmak da her zaman mümkündür.

ŞAMİL KUCUR: Sarı Gelin adlı türkü hakkında kaynaklarda bizde ne tür bilgiler yer almaktadır?

SÜLEYMAN ŞENEL: Öncelikle belirteyim ki bendeniz, Sarı Gelin türküsünün, halk ağzında şekillenerek yaygınlaşmış musikili bir halk hikayesinden koptuğunu düşünüyorum. “Şeyh Sen’an”, “Şeyh San’an”, “Şeyh San’ân”, “Şeyh-i San’an”, “Şeyh-i San’ân” “Şeyh-i Senânî” veya “ Şeyh-i Sanânî”. gibi adlarla ve söyleyişlerle anılan ya da kaynaklarda yer alan bir olay kahramanının adına bağlı bir halk hikayesinden koptuğunu düşünüyorum. San’an diyârından bir Şeyh, San’an’lı bir Şeyh: San’anî… Şeyh-i San’an… Ya da isterseniz biz olay kahramanının farklı anılan isimleri yerine, İstanbul ağzıyla ortalama olarak “Şeyh Sinan” diyelim. Tipik bir epizodik musiki örneği bu Sarı Gelin türküsü. Anlatıya dayalı musıkili bir türkü. Zaman içinde bir hikayeden kopmuş ya da hikayesi unutulmuş olan yüzlerce türkü örneği var repertuarlarımızda Sarı Gelin türküsü gibi. Türkünün bilinen güfteleri dikkatli incelenirse, bir halk hikayesinden koptuğu ve halk ağzında kısmen değişerek anonimleştiği kolayca anlaşılabilir. Kaldı ki bu halk hikayesinin izlerine ve anlatıcılarına günümüzde de rastlanabiliyor. Eski ve yeni tespitleri yapılmış.

Sözgelimi, Prof. Dr. Pertev Naili Boratav, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, kitabında, Şeyh San’an hikayesini, “Doğu Anadolu’da Söylenmekte Olup Henüz Derlenmemiş Hikayeler” başlığı altında gösterirken [Ankara, 1946, M.E.Basımevi, s.28]; Âşık Şeref Taşlıova, “Kars’ta Aşıklık Geleneği ve Halk Hikayeleri” başlıklı bir bildirisinde, Âşık Kasım ve Âşık Gülistan’ın çırağı, 1922 doğumlu Âşık Murat Yıldız (Karahanlı)’ın “Şeyh-i Senan ve İbâre Sultan”; yine Âşık Gülistan’ın çırakları, 1932 doğumlu Âşık İlhami Demir ve 1940 doğumlu Âşık Murat Çobanoğlu’nun “Şeyh Senan” ve “Şeyh-i Senânî” adları ile bu hikayeyi bildiklerini söylüyor. Yine Âşık Şeref Taşlıova, bir görüşmemizde Soskirtli Âşık Mehmet ve 1930 doğumlu Âşık Şevki Halıcı’nın da Şeyh Senân Hikâyesi’ni anlattığını söylemişti. TDK Türk Dünyası Destanlarının Tespiti ve Yayımlanması Projesi çerçevesinde Prof. Dr. Fikret Türkmen ve Doç. Dr. Mustafa Cemiloğlu’nun 1999 yılında, bu musikili hikayeyi Âşık Şevki Halıcı’dan derlemiş olduklarını da biliyoruz. Ayrıca, başka araştırmacılar da, bu hikayeyi farklı hikaye anlatıcılarından derlemiş olmalı. Bunlar zamanla ortaya çıkacak.

Bunun yanında, Cumhuriyet döneminde, bu hikaye ve hikayenin dayandığı tema konusunda yayımlanmış pek çok yazı olduğunu da biliyoruz. Ne yazık ki kimilerinin temaları birbirine az-çok benzeyen motifler içeriyor, kimileri ise, çoğunluğun taşıdığı ana tema ve motiflerle benzerlik göstermeyip büyük ölçüde değişime uğramış.

Sözgelimi Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars ve Pasinler’de rastlanan “Şeyh San’ân ile Sarı Kız” efsanesinde, Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin arkadaşı, 40 mürîd başı Şeyh San’ân’ın, Çoruh’un sağ kollarından “Penek” [Oğuznamelere göre: “Ban Hisarı”; Gürcü metinlerinde: “Bana”; XVI.y.y Osmanlı kaynaklarında “Banak (Panak)” suyu üzerindeki “Nefs-i Penek (Asıl, merkez Penek)” şehrinin Cınıvız Kralının Sarı kızına âşık olduğunu; dilek ve dua ile Sarı Kız’ı Müslüman ettiğini ve bu kızla kaçarken, arkadan yetişen Penek Kralı’nın ordusuyla vuruşa vuruşa, Allahüekber dağı’na çıkıp tepeye yakın yerde 40 mürîd ve Sarı Kız’la birlikte şehit düştüğünü; ayrıca, kendilerine yardım eden Ayı Baba’nın da bu savaşta Penek Kralı’nın askerleri eliyle öldürüldüğünü anlatıyor. Anlatı içinde Şeyh Sen’ân ve Sarı Kız’ın ağzından şiirler de (muhtemelen ezgili şiirler) var. Bu olay, bazı kaynaklarda, Allahüekber dağı’nın adı üzerindeki bir efsaneye de dayandırılıyor [Bkz.: Ülkü, C.3, S.27, s.17-18].

Bu türkü ve efsânenin Kars köylerinde söylenen başka bir varyantını, tarihçi Ahmet Refik [Altınay] Bey de derlemiş. Efsâne, yazarın “Kafkas Yollarında- Hatıralar ve Tahassüsler” adlı kitabında geçiyor [İstanbul, 1919, s. 61-62]. Ahmet Refik Bey, efsaneyi şöyle özetliyor:

“Bir Türk delikanlısı, köyünde yaşayan bir Hıristiyan kızını seviyor. Sabahları tarlaya giderken peşinden ayrılmıyor. Akşamları sürüleri ağıllarına dönerken sevgilisinin hüsnünü seyrederek ruhunun ateşini teskin etmeye çalışıyor. Fikren, hissen o derecede meşgul oluyor ki nihayet sevdiğinin taptığı haç’ı görmek istiyor ve bir Pazar sabahı kalkıp kiliseye gidiyor. Bir köşeye çekiliyor, sevgilisinin taptığı haçı, kilisede yapılan ayini seyrediyor”.

Türküsü de şöyle:

Vardım kilisesine baktım haçına
  Mail oldum bölük pörçük saçına
  Kız seni götürem İslâm içine
  Vay Sinan ölsün Sarı Gelin”

Vardım kilisesine kandiller yanar
  Kıranta Keşişler pervâne döner
  Tersa sevmiş deyin el beni kınar
  Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
  Seni saran neyler dünya malın

Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu, “Kars Tarihi” kitabında, Sarı Gelin türküsünün Azerbaycanlılar ile Kür boyunda yaşayan Terekemeler arasında yaygın olduğu ve Şeyh San’ân efsanesinde yer aldığı yönünde şu bilgiyi de veriyor [C.1, İstanbul, 1953, s.381]:

“Arabistan’dan gelen Müslüman din adamlarının başında bulunan Şeyh San’ân/Sanan, Tiflis kıralı Davit’le buranın ahalisini müslüman etmeye çalışıyor. Bu arada onun Khumar Khanım (Humar Hanım) adlı çok güzel kızına âşık oluyor. Kraldan kızını alabilmek için, onun her dediğini yapıyor. Kur’ân-ı Kerîm’i yakıyor, haç takıyor, kiliseye gidiyor…Bunun böyle sapıtıp melânet işler yaptığına üzülen arkadaşları, ona darılarak Arabistan’a dönüp pîrlerine San’ân’ı şikayet edip yaptıklarını anlatıyorlar. Şeyh San’ân, yedi yıl sonra Müslüman edip anlaşarak birlikte İslam ülkelerine kaçmaya karar verdiği Khumar Khanım’ın elinden tutarak savuşuyor. Bunu haber alan Davit’in adamları arkadan yetişince, bunalan iki aşığın dileğiyle yer yarılıp bir kapı açılıyor. Bunlar da içine girip kayboluyorlar. Fakat, bunların içine girdikleri yerden kaynar sular fışkırıyor ve şimdiye değin akıyor. Kızına ve yaptıklarına üzülen Kral Davit de bu suyun üzerine Aziz Davit Kilisesi’ni yaptırıyor”.

Kırzıoğlu’nun verdiği bu anlatıya çok benzeyen başka Kafkas kökenli anlatılar da var. Çeşitli seyahatnamelerde ve hatırat cinsinden yayımlanmış birkaç kaynakta da Şeyh San’an ve maşukası hakkında küçük notlara rastlanabiliyor.

Tabii, konu öncelikle edebiyatçı dostlarımızı ilgilendirdiği için, bu örnekleri çoğaltmayı burada çok da gerekli görmüyorum.

ŞAMİL KUCUR: Bu derece eski kaynaklara dayandırılabilmesine karşılık, ülkemizdeki tartışmaların tamamen yüzeysel olarak yapıldığı görülüyor. Daha başka eski kaynak eserlerde de bu türkü ile ilgili bilgiler mevcut mudur?

SÜLEYMAN ŞENEL: Bence türkünün varlığını, asırlar ötesine götürme imkanı yok. Ezgi yapısının analizi ile de türkünün kaçıncı yüzyılın mirası olduğunu anlayabilmemiz hemen hemen imkansız. Eskilerin, “inşâd” yöntemiyle, yani söz döşeme yöntemiyle bu parçayı meydana getirmiş olabileceklerini göz önünde bulundurursak, iyimser bir tahminle 18.-19. yüzyıl toplum hafızasından günümüze bir hatıra olabileceğini tahmin edebiliriz ki, bu sadece bir tahmin olur. Buna karşılık, güfte yapısı ile birlikte bu türkünün dayandığını düşündüğüm musıkili/musıkisiz anlatı örneğinin göz önünde bulundurulması çok daha önemli geliyor bana.

Bu yönü ile değerlendirildiğinde, Şeyh San’an hikayesinin çok eskiye ait yazılı kaynaklarının olduğunu söyleyebilirim. Yazılı belge başka, sözlü anlatı başka. Zira, biraz evvel sözünü ettiğim anlatıların büyük çoğunluğu, Cumhuriyet döneminde veya Osmanlı’nın son dönemlerinde halk ağzından tespit edilmiş ya da yazıya geçirilmiş. Bu sözlü anlatıların da bana göre, çeşitli yüzyıllara ait yazma eserlerde rastlanan Şeyh-i San’ân Kıssası/Efsânesi/Hikâyesi’ne dayanan yönleri var. Ve, bunların varlığını ortaya koyan yazılı belgeler, 12.-13. yüzyıla kadar uzanıyor. Yani en az 700 küsur yıllık yazılı belgeleri olan bir kültürel anlatı mirası bu.

Sözgelimi, 12. yüzyılın ikinci yarısıyla, 13. yüzyılın ilk yıllarında yaşayan Ferideddin-i Attar’ın Mantık Al Tayr (Mantıku’t-tayr) adlı mesnevisinde, “Şeyh-i San’an Hikâyesi” başlığı ile yer almakta bu anlatı [Çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1990, MEB Yayınları, 2. Baskı, s.97-127].

Yine, 13. yüzyıl sonu, 14. yüzyıl başlarında yaşadığı bilinen mutasavvıf şair Gülşehrî’nin, Feleknâme adlı eserinde de, Dasitan-ı Abdürrezzak faslında tesadüf ediliyor bu kıssaya. Ayrıca, 14. yüzyılın ikinci yarısı başlarında yazılan Sadi’nin Ferhenkname’sinde de [Bkz. Ferhenkname-i Sadi Tercümesi (Çeviren: Kilisli Rıfat-Veled Çelebi), 1340 (M.1924)-1342 (M.1926), s.15]; yine 14. yüzyıl yazma eserlerinden Hafız Divanı’nda da, Şeyh San’an ile ilgili kısımlara, telmihlere tesadüf edilmekte [Hafız Divanı (Çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı), İstanbul, 1988, s.57, 672, 673].

Hafız Divanı’nı yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, ayrıca tarihte Şeyh-i San’an hakkında kitap yazanlar olduğunu ve Yunus Emre’nin de bu şeyhten bahsettiğini söyleyerek, söz konusu eserde bu mensur ve manzum kıssanın bir de özetini veriyor [Hafız Divanı, a.g.e, s.672-673].

Bunun yanında, Gazzali’nin Tuhfetü’l-Mülük adlı eserinde de Şeyh-i San’an bahsi bulunduğunu ve Gülşehri gibi, Ali Şir Nevâî’nin de bu kıssayı şiirlerinde ele aldığını Prof. Dr. İskender Pala’nın Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü’nden öğreniyoruz.

Abdülbaki Gölpınarlı’nın, 1961 yılında yayımlanan Yunus Emre ve Tasavvuf adlı kitabının muhtelif sayfalarında da, Şeyh San’an ile ilgili çeşitli bilgilere ve Yunus Emre’nin Şeyh San’an kıssasına telmihte bulunduğu manzum metinlere rastlıyoruz. Gölpınarlı, bu eserinde de, Şeyh San’an kıssasının bir özetini vermiş.

20.yüzyılda, halk ağzından derlenen hikayelerle karşılaştırma yapmak için, Abdülbaki Bey’in kaleminden, Şeyh San’an kıssasının yazma eserlerde yer alan mensur ve manzum metinlerinin bir özetini burada zikretmekte yarar var. Özet şöyle:

<   Dörtyüz mürîd ü elli hac terkeyledi Abdürrazzak [Yunus Emre].

(…). Bu Abdürrazzak, Şeyh San’ân adiyle anılan ve güzel bir aşk mâcerasının kahramanı bulunan şeyhtir. (…).

Şeyh-i San’ân, zamanının pîridir. Mekke’de dörtyüz dervişiyle tam elli yıl şeyhlik etmiştir. Bilgisi kadar ibâdeti de vardır. Elliye yakın haccetmiştir. Birkaç gece birbiri üstüne, Rûm ülkesinde puta tapmakta olduğunu görür. Dervişlerine, başıma bir iş düştü, Rûm ülkesine gitmem gerek der, yola çıkar. Dörtyüz dervişi de onunla beraber yola revan olur. Rûm ülkesine varırlar. Şeyh bir gün bir Hıristiyan kızını görür, canla gönülle ona âşık olur. Kızın göründüğü pencereye karşı akşamadek durur. Günlerce, gecelerce bu hal, böyle sürer gider. Dervişler öğüt verirler, dinlemez. Son-ucu kız, benim visâlime ermek istersen ya puta secde edersin, ya Kur’an’ı yakarsın, ya şarap içersin, yahut da îmanından geçersin der. Şeyh, şarap içmeyi kabul eder. Kız, Şeyh’i meyhaneye götürür, şarap içirir. Sonra kiliseye götürür. Şeyh sarhoşlukla, aşkla kendinden geçer, kâfir olur, zünnâr kuşanır, haçı öper, ona secde eder. Ondan sonra, gene kızın sözüne uyar, bir yıl domuz çobanlığı yapar. Dervişler, işin gidişini görüp, Mekke’ye dönerler. Şeyh Rûm ülkesine giderken orda bulunmıyan bir dervişi vardır. Gelince Şeyh’i bulamamıştır. Dervişlerden Şeyh’in hâlini öğrenince onlara, ne diye bıraktınız, vefâ bu mudur der. Onlarla beraber Rûm ülkesine gider. Öbür dervişlerle beraber duâya koyulur. Son-ucu Muhammed Peygamber’in şefâati imdâdına yetişir. Şeyh, zünnarını çözer, Kız da bir rüya görür, uyanınca Müslüman olur>>[Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul, 1961, Remzi Kitabevi, s.90, 150, 151]..

Bu hikayenin kimi değişik motivleri, epizotları olduğunu biliyoruz. Ancak, Abdülbaki Bey’in dikkat çektiği bir başka hususu da yeri gelmişken belirtmekte büyük yarar var. O da, Şeyh San’an hikayesinin çok daha önceden yazılmış olması ihtimali. Bu ihtimale göre, hikayenin yazım tarihini 12.yüzyılın ilk yarısına kadar gerilere götürmek söz konusu oluyor. Bu konuda da Abdülbaki Gölpınarlı şöyle diyor: “

<>[Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre /Risâlat al-Nushiyye ve Divan, İstanbul, 1965, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği Yayını, s.245 ve Yunus Emre ve Tasavvuf, age., s.151]

Şüphesiz, Aşık San’an hakkında zikredilebilecek daha pek çok kaynak vardır ve başka kaynaklar da ortaya çıkartılacaktır. Bu konu öncelikle edebiyat tarihçilerinin ve halk edebiyatı uzmanlarının konusudur.

Bu tarihi yazılı ve sözlü kaynakların ve varyantların ortaya koyduğu sonuç oldukça önemli. O da anlatının ve anlatıya dayalı türkünün yakılmasına neden olan olay. Yani, biri Müslüman, diğeri Hıristiyan olan iki gencin aşkını anlatıyor bu türkü. Sonu ölümle bittiğine inanılan bir aşk bu. Galiba halkları en çok etkileyen ve bu kadar geniş bir sahada yayılmasına sebep olan da bu olay. Nitekim Aslı-Kerem hikayesi gibi, bilhassa halk hikâyelerinde, halk destanlarında, halk masallarında, halk efsanelerinde ve kimi anonim halk müziği ya da âşık müziği örneklerinde “din değiştirme”motifini çok sık görürüz ki Şeyh Sen’ân ve Sarı Gelin efsânesi de, bu efsaneye ve motife dayalı olduğu anlaşılan “Sarı Gelin” türküsü de bu çeşit örneklerden biri. Yani konunun Türk-Ermeni meselesine getirilmesi ne kadar yanlış. Diğer yönden, anlatının, bilhassa Kafkasların ve Anadolu’nun İslâmlaşması sürecinden bir hatıra olduğunu da, asla göz ardı etmemek gerekir.

Bütün bu anlatıları ve kaynaklarda yer alan bilgileri, çeşitlemeleriyle birlikte bir araya toplayıp ciddi bir karşılaştırma yapmak lazım. Kaynakları oldukça zengin sayılabilecek disiplinlerarası bir konu bu. Öncelikle edebiyatçılar tarafından bu konunun kısa sürede ele alınmasını diliyorum.

ŞAMİL KUCUR: Bugün yaygın olarak bilinen ve dinlenilen Sarı Gelin türküsünde “Erzurum çarşı pazar” cümlesi yer alırken, Mahmut Ragıp Gazimihal, Türk Halk Oyunları Kataloğu’nda bu türkünün bir Bar/Halay havası olduğunu zikredip, şu güfteyi veriyor [Baskıya Hazırlayanlar: Nail Tan-Ahmet Çakır, C.II, s.254]:

İravan çarşı pazar
  İçinde bir kız gezer
  Elinde divit kalem
  Dertliye derman yazar
  Sarı Gelin Sarı Kız
  Ettin ömrüm yarı kız

Türküde “Erzurum çarşı Pazar” yerine, “İravan çarşı Pazar” mısraına rastlanmasının nedeni nedir?

SÜLEYMAN ŞENEL: İçinde “İrevan” adı geçen başka türküler de var, mahnılar da… Mesela: “O hal ne haldır” nakaratlı, deyişmeli bir Azerbaycan el havasında:

“İrevan’da hal galmadı
  Şeki’de sultan galmadı”, ya da

“İrevan’da men işlerem
  Hencelimi gümüşlerem”, sözleri geçer…

Bu durumu şöyle yorumlayabilmek mümkün: Bir halk hikayesinde, bir efsânede, bir masalda, bir menkıbede ya da bu anlatılara dayalı edebî metinlerde ve günlük hayatın bir parçası olmuş türkülerde, yakın çevrenin bütün unsurları ve bu arada yer adları işlenebilir. Bir başka yönü ile anlatıcının veya yaratıcının hayâl dünyasında yapmış olduğu bir seyahati anlatır bu metinler. Diğer yandan gerçeği de yansıtabilir. Sözgelimi, âşık sanatında bu çok görülür. Aşıklar, gittikleri, gezdikleri yerleri ve oralarda başlarına gelen olayları işlerler şiirlerinde. Anlatılarında da… Musannif (=Tasnif yapan) âşıklar, anlatısı içinde olay kahramanlarını ya da diğer şahsiyetleri şehirden şehire, köyden köye sürüklerler. Sözgelimi Köroğlu!.. Bir bakarsınız Çamlıbel’dedir, bir bakarsınız Çanlıbel’de. Bir bakarsınız Bolu’dadır, bir bakarsınız Tiflis’de, Maraş’da, Tebriz’de ya da Erivan’da… Geçmiş dönemleri hesaba katarsanız, sınır tanımayan bir seyahat ve bu kapsamda üretim özgürlüğü vardır halk sanatında ve yaşantısında. Şehirler, hangi devletin, hangi hükümdarın, hangi hanlığın hakimiyeti altındadır? Bunların çok da fazla önemi yok ki yaratıcı için. Bir başka deyişle, yaratıcı kimi zaman; gidemediği, göremediği ve muhayyilesinde yaşattığı yerleri, adeta yine hayalhanesinde yarattığı ya da yaşattığı olay kahramanları ile birlikte gezer. Bu duruma, sanırım dünya edebiyatı sahasında çok rastlanır. Yine sözgelimi, İstanbul’u hiç görmeyen bir halk sanatkarı, ürettiği sözlü edebi ürününün içinde kullanabilir bu efsane şehri. Çok görürüz türkülerimizde… Cihangir Terzi arkadaşımızın, Erzurum-Şenkaya’dan derlediği bir türküde halk sanatkarı: “Edirne’den bindik gemiye” diyor. Edirne’de liman yok ki. Bir Azeri el havasında da “Gederem Semergen’e (Semerkant’a) / Gayıtmaram (Dönmem) bu gend’e (gend/kent=köy) / Ay gara gözlü ceyran / Menden üz dönderende”, kıt’ası yer alır. El havasını yakan kişi Semerkant’a gerçekten gitmiş midir? Yoksa sevgilisinin yüz çevirmesinden duyduğu üzüntüyle, uzak yerlere gitmekte mi bulmuştur çareyi. Ya da sevdiğine, uzak diyarlara gideceğinin mesajını ileterek ufak yollu bir blöf mü yapıyor? Bunları bilmemiz mümkün değil… Ama çok kullanılan bir şey bu… Dolayısı ile bir türkü içinde, Erivan adının geçmesi, Erzurum adının geçmesi, Tiflis adının geçmesi, Gence’den bahsedilmesi, Dağıstan’dan bahsedilmesi çok doğal. Adeta, yaratıcının yakınındaki bir köy gibi işlenir uzak şehirler… Kaldı ki, bu tür yerleşim yerlerinde, farklı coğrafyalardan göç etmiş, o toprakları mesken tutmuş, kız almış-vermiş çok sayıda insan da var. İstanbul’da, Anadolu’da Ermeni vatandaşlarımız olduğu gibi, Erivan’da da, Ermenistan’da da çok sayıda Türk yaşıyordu, hâlâ da yaşıyor. Yani Erivan’daki bir Türk’ün Anadolu içinde bir şehrin adını, ürettiği bir eserinde kullanması ne kadar doğal ise… Bir Ermeni “aşug”un şiirlerinde yakın ve uzak çevrenin yer adlarını işlemesi ne kadar doğal ise, bir Türk’ün ya da bir Ermeni’nin Erivan adını zikretmesi de o ölçüde doğal… Zikreden bir Gürcü de olabilir bir Acem de… Bunlar, kültür varlıklarının milliyetini tek başına ortaya koyan şeyler değil. Bu ve benzeri olayları kültürlerin birbirine tesiri olarak yorumlamak mümkün.

Konu hakkında daha detaylı bilgi almak için, Prof. Dr. Fikret Türkmen’in, “Türk Halk Edebiyatının Ermeni Kültürüne Tesiri” adlı kitabını öneririm.

Diğer yandan Mahmut Ragıp Gazimihal, zikrettiğiniz Türk Halk Oyunları Kataloğu’nda, Sarı Gelin türküsünün Ermeniler tarafından da bilindiğini ve türkü sonlarında “Sarı Gelin sate yâris” nakaratının seslendirildiğini bildiriyor. Nitekim Yavuz Bingöl’ün seslendirmesi ile bu çeşitleme de kamuya mal oldu. Hatta Gazimihal, Kars köylerinden Dikme’de bilinen tekli kadın oyunlarından birinin, “Sarı Gül” olan adının, “Sarı Gelin” türküsünden alındığını da belirtiyor. Bu oyunun yakın zamanlara kadar yörede oynandığını biliyoruz. Bu bilgi çeşitli matbu kaynaklarda da yer alıyor. Bugün de oynayanların bulunması muhtemel. Sözgelimi, Karslı bir dostumuz olan Dr. İrfan Çiftçi, 90 yaşının üzerinde olarak yakın bir süre önce vefat eden babaannesinin, bu “Sarı Gelin” oyununu ağır ağır ve ustaca bir âhenkle çok güzel oynadığını anlatırdı bana. Ne yazık ki bu oyunu tespit edemedik. Sahada, bu oyunun bilenlerinin bulunup, hemen derlenmesi gerekir.

TRT Türk Halk Müziği Repertuarı’nda 615 sıra numaralı ve “Erzurum çarşı pazar” mısraı ile başlayan türkü de biraz evvel verdiğim örneklerin bir çeşitlemesidir. Türkü, Hafız Faruk Kaleli’den derlenmiş. Derleyen ve notaya alan kişi Muzaffer Sarısözen. Ferruh Arsunar da, Hafız Faruk Kaleli’den aynı türküyü derleyip notaya almış ve “Erzurum Türküleri” kitabında zikretmiş. Ne var ki bu türkünün nakaratında “Hop ninen ölsün Sarı Gelin” söyleyişi var. Azerbaycan varyantında da “nenen ölsün” deyimi geçiyor. Yani “Sinan ölsün” değil de “Ninen ölsün”. Bize çok önemli mesajlar veriyor bu nakarat. Bir âşık sevdiğinin annesine (=ninesine) beddua eder mi? Aşık, maşukası için, kendi canını ortaya koyuyor, aslında bu metinde. Ve, metinde bir değişim söz konusu. Eğer, türkünün sözlerinde yakın geçmişe dönük bir değiştirme yapılmamışsa, zaman içinde bu türkü sözünün halk ağzında söylene söylene değişime uğradığını düşünmek mümkün. Bunun örneklerine de çok rastlarız türkülerde ve/veya diğer sözlü kültür ürünlerinde.

ŞAMİL KUCUR: Azerbaycan dediniz de… Sarı Gelin türküsünün, Azerbaycan’da da hem sözlü hem de melodik olarak icra edildiği biliniyor. Bu ülkedeki yaklaşım hakkında da bilgi verir misiniz?

SÜLEYMAN ŞENEL: Evet, bu türkü Azerbaycan’da da çok sevilen ve iyi bilinen yaygın bir türkü. Hem âşık sanatında hem de anonim halk müziği örnekleri arasında var ve severek okunuyor, dinleniyor. Güfte ve ahenk biraz değişik olsa da, hep birbirinin çeşitlemesi konumunda.

Bu türkünün, “Şeyh San’ân” efsanesine dayalı bir epizodik müzik örneği olduğunu, güfte bize bir kez daha haykırıyor. O büyük ve geniş sahada, ezgi kalıbının çok yaygın ve güfte giydirmelerinin zengin olduğunu bir kez daha görüyoruz. Sözgelimi, Azerbaycan’da şu güfte çok yaygın4:

Saçın uzun örmezler
  Gülü sulu(gonçe) dermezler [Sarı Gelin]
  Bu sevda ne sevdadır
  Seni mene vermezler
  Neynim aman aman
  Neynim aman aman
  Sarı Gelin

Bu derenin uzunu
  Çoban gaytar_5 guzunu [guzunu]
  Ne olla bir gün görrem
  Nazlı yarım yüzünü
  Neynim aman aman
  Neynim aman aman
  Sarı Gelin

Bu sevda ne sevdadır
  Seni mene vermezler
  Neynim aman aman
  Neynim aman aman
  Sarı Gelin
  Seni mene vermezler
  Ay nenen ölsün Sarı Gelin aman
  Neynim aman aman
  Neynim aman aman
  Sarı Gelin

Buna karşın, halk efsanelerine, hikayelerine, destanlarına büyük değer veren Azerbaycanlı aydınlar arasında da bu efsane ve türkü iyi biliniyor. Azerbaycanlı büyük şair Hüseyin Cavid’in, “Şeyh Sen’an” adlı manzum bir piyesi var ki bu piyesin, halk ağzında anlatılan tema üzerine kurgulanmış olduğu söyleniyor kaynaklarda. Çok da ilgi görmüş. Ve, Azerbaycanlı dahi bestekar Üzeyir Hacıbeyli’nin “Leyla ile Mecnun” operasından sonra bestelediği ikinci operası da, beş perdelik “Şeyh Sen’an” operasıdır. Bu opera ilk kez 30 Kasım 1909 [13 Aralık 1909]’da Bakü’de sahnelenmiş. “Şeyh Sen’an” operasının librettosu da, bu halk destanından esinlenilerek ve Hüseyin Cavid’in “Şeyh Sen’an” manzum piyesi üzerine bizzat Üzeyir Hacıbeyli tarafından yazılmış.

Ancak, Azerbaycanlı dostum Doç. Dr. Fettah Halıkzâde’nin bana bildirdiğine göre: “Şeyh Sen’an” operası, halk tarafından anlaşılamadığı için ya da başka bir sebeple bizzat Hacıbeyli tarafından imhâ edilmiş. Buna karşılık, parçaları başka başka eserlerde kullanılmış. Fettah Bey, bu bilgileri, Üzeyir Bey’in uzun yıllar yakınında olan ve ömrünün son yıllarında “Üzeyir Hacıbeyov Ev Müzesi” Direktörlüğü yapan Ramazan Halilov’dan işittiğini söylüyor. Ramazan Halilov’u 1990 yılında ben de tanıdım. 90 yaşının üzerinde idi ve bana söylediğine göre Üzeyir Bey’in hayattaki tek akrabasıydı. İşte Şeyh Sen’an Operanın librettosu Ramazan Halilov’un şahsi arşivinde veya oğlu Rüfet Bey’de kalmış.

Bu arada şunu da belirtmek isterim ki bir süre önce, librettonun akıbeti hakkında bilgi almak için Bakü’deki dostlarımla görüşüp, Rüfet Bey’den bu librettonun temin edilmesini rica etmiştim. Şu ana kadar bu librettoya ulaşmak mümkün olamadı. Ricam üzerine Rüfet Bey ile bağlantıya geçen Üzeyir Hacıbeyov Ev Müzesi’nin bugünkü direktörü dostum Müzikolog Saadet Karabağlı’ya, librettoyu bulması halinde Müzeye bağışlayacağı sözünü vermiş Rüfet Bey. Saadet Hanım, bunun yanında Hüseyin Cavid’in “Şeyh Sen’an” manzum piyesini de, kızından temin ederek bana göndermek lütfunda bulundu. Kendilerine teşekkür borçluyum. Hüseyin Cavid Bey’in piyesini tabii büyük bir heyecanla hemen okudum ve yukarıda Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu’nun Kars Tarihi kitabında yayımlanmış olan ve biraz önce arz ettiğim “Şeyh Sen’an Efsanesi” ve çeşitlemeleri ile büyük bir benzerlik gösterdiğini fark ettim bu piyesin. Gölpınarlı’nın yazma kaynaklardan aktardığı bilgi ve belgelerle de büyük ölçüde uyuşuyor. Buna göre sözgelimi Hüseyin Cavid ve Fahrettin Kırzıoğlu’nun ortak kaynakları, Kafkas halklarının ağzında yer alan yakın dönem kaynaklarına dayalı anlatılar mı? Bu, sorgulanması gereken bir konu. Ancak, bana göre, Hüseyin Cavid’in yararlandığı kaynak, halk ağzı sözlü anlatımlardan ziyade, bir veya birden çok yazılı belgeye dayanıyor. Yine, az önce belirttiğim yazılı tarihi belgeler olabilir bunlar. Zira, piyeste, Şeyh Sen’an dışında kalan olay kahramanlarından bir kısmının/veya tamamının adı, yazar tarafından sonrada verilmiş gibi. Ve, yukarıda adlarını ve içeriklerini kısaca vermeye çalıştığım 11.-12. yüzyıldan, 15. yüzyıla kadar uzanan tarihi yazma eserlere dayanıyor. Bu çerçevede, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, Azerbaycanlı edebiyat/musıki araştırmacılarının ve komşu ülkelere mensup araştırmacıların, bu konuda halk ağzından musikili/musıkisiz örnekleri/anlatıları tespit edip etmediklerini bilmenin de önemi ortaya çıkıyor. Bunun çok büyük yararı olacak. Umarım, bu kaynaklar da yakın zamanda yayınlanarak bizlerin istifadesine sunulur.

ŞAMİL KUCUR: Kültür Bakanlığı, üniversiteler, dernekler, radyo, televizyon, yazılı basın ile Türkiye’deki müzik tarihçilerinin çalışmalarını ve bu tür konulara bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

SÜLEYMAN ŞENEL: Bu sorunuza üzülerek söyleyeyim, cevap veremeyeceğim. Zira, adı geçen bu kurum ve şahısların -tek-tük cılız söylemleri /yazıları dışında- genellikle bir harekete rastlanmıyor. Bu çerçevede yorum yapmak da zor. Yani Türkiye’de kültür-sanat hayatının gündemini, politikalarını, uygulamalarını tartışmaya açan, değerlendiren bir kurum yok ki.

Büyük bir ihmal ve umursamazlık içerisindeyiz. Zaten, müzik araştırmaları, müzik yayıncılığı, müzik teknolojisi ve müzik kültürümüzün her yönü ile dünyaya tanıtımı yönünden gerilerde olduğumuz aşikardır. Bir de ülkemizde, kurumsallaşma, bilim-sanat adamlarının yetiştirilmesi (eğitim-öğretim), arşivcilik ve hatta çalgı müzeciliği yönünden yanlış ve yetersiz kültür-sanat politikalarının uygulanması ile geri bırakılmışlığımızı, vurdumduymazlığımızı da düşünürsek, bırakın dünyaya açılımı ve tanıtımı, işte çok açık bir şekilde görülüyor ki kendi halkımızın bilgilendirilmesini bile başaramamış durumlara, aciz durumlara düşebiliyoruz. Henüz almamız gereken çok yol var.

ŞAMİL KUCUR: Daha da aciz durumlara düşmemek ya da halihazır durumdan kurtulabilmek için neler yapılmalı?

SÜLEYMAN ŞENEL: İçimizde ve dışımızda gelişen olaylara bakışlarımızda daha duyarlı, daha hoşgörülü; bilgiye ve emeğe daha saygılı, milli, manevi ve kültürel değerlere bugünkünden daha çok önem veren uyanık bir toplum olma konusunda sıkıntılarımız var. Daha çok okuyan, gelişmeleri daha sağlıklı kriterlerle yargılayan ve mutlak surette her türlü belgeye önem veren bir toplum olma konusunda sıkıntılarımız var.

Burada ilim ve sanat adamlarımıza da, kültür politikalarını yönlendiren devlet adamlarımıza da büyük görevler düşüyor. Ben sağlıklı geleceği, eğitimde görüyorum. Ve inanıyorum ki, bilinçli ve iyi yönlendirilmiş gençlerle gelecek bugünkünden daha iyi olacak.

ŞAMİL KUCUR: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

SÜLEYMAN ŞENEL: Ben de özenle hazırladığınız sorularınız için teşekkür ederim.

1 Bu röportaj, 31.07.2001 tarihinde yapılmış olup, metninin tamamı ilk kez yayımlanmaktadır.
2 Gazeteci, yazar. samilkucur68@yahoo.com
3 Bkz: Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları, MEB, İstanbul, 1973, s.123/26 ve s.98/24]: “[Begil’in oğlu Emren Bahadur] Oğlan kafiri götürdü, yere urdu. Burnundan kanı düdük gibi şorladı: s.123/26”; “Düdük gibi kan şorladı:s.98/24”.
4 Akif İslâmzâde’nin, “Bu gece” adlı kasetinden alındı. Bakı Teleradıo Firması, Raks CD-R [Muzıkalnaya Kolleksiya].
5 döndür

Not:
-Bu röportaj daha önce bölümler halinde, Motif Dergisinin 30, 31 ve 32. sayılarında yayımlandı.
-Yazı, Sayın Süleyman Şenel ve Sayın Şamil Kucur’dan alınan izinle yayınlanmıştır. Katkılarından dolayı kendilerine teşekkür ederiz.

http://www.turkuler.com/yazi/meybalaban.asp




Hoşgeldiniz